“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
50 -*SALTANAT-I RUBUBİYETİN
MEHASİNİNİN DELLÂLI, SEYİRCİSİ* *(A.S.M)*
“Allah’ın C.C, her şeyin yegâne
terbiye edicisi olduğunu gösterdiği saltanatına ait güzelliklerin ilan edicisi,
seyre davetçisi ve de seyircisi olan Hz. Muhammed A.S.M
…. şu kâinat Sâniinin makàsıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu
kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammâsını açan ve Rububiyetin mehâsin-i
saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâmdır….Sözler
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
…Hakikat ve hikmet ister ki, zemin
gibi semâvâtın da kendine münasip sekeneleri bulunsun. Lisan-ı şer’îde, o
ecnâs-ı muhtelifeye “melâike ve ruhaniyat” tesmiye edilir.
Evet, hakikat öyle iktiza eder.
Zira, zemin, küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîhayat ve zîşuur mahlûklardan
doldurulması ve ara sıra boşaltılıp yeniden zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret
eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi müzeyyen kasırlar
hükmünde olan semâvât dahi zîşuur ve zevi’l-idrak mahlûklarla doludur. Onlar
dahi, ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının
mütalâacıları ve şu saltanat-ı Rububiyetin dellâllarıdırlar. Çünkü, kâinatı had
ve hesaba gelmeyen tezyinat ve mehâsin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi,
bilbedâhe, mütefekkir istihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını
ister….Sözler
…Saltanat-ı Rububiyetin hikmeti
iktiza eder ki, zîşuur için, bahusus en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve
dellâllık ve nezaret olan insan için tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine bir
işaret koysun, birer alâmet bıraksın. (Nasıl ki, nihayetsiz bahar mucizatına
yağmuru işaret koymuş ve havârık-ı san’atına esbab-ı zahiriyeyi alâmet etmiş.)
Ta âlem-i şehadet ehlini işhad
etsin. Belki o acip temâşâya, umum ehl-i semâvât ve sekene-i arzın enzâr-ı
dikkatlerini celb etsin. Yani, o koca semâvâtı, etrafında nöbettarlar dizilmiş,
burçları tezyin edilmiş bir kale hükmünde, bir şehir suretinde gösterip
haşmet-i Rububiyetini tefekkür ettirsin….Sözler
…………Hâkim-i Arz ve Semâvât, emr-i
“(Cenâb-ı Hak) Birşeyin olmasını
murad ettiği zaman, Onun işi sadece ‘Ol’ demektir; o da oluverir.”’e ..Yâsin Sûresi,.. 36:82 mâlik Âmir-i Mutlak
olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlûkatında cereyan eden ve kemâl-i
itaat ve intizamla imtisal olunan evâmir ve kumandanlığının şuûnâtı ve
zerrâttan seyyârâta ve sinekten semâvâta kadar olan tabakat-ı mahlûkat ve
tavâif-i mevcudatta küçük-büyük, cüz’î-küllî tabakatı ve taifeleri ayrı ayrı,
fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i Rububiyet, birer tabaka-i
hâkimiyet görünüyor.
Şimdi, bütün kâinattaki makàsıd-ı
ulyâ ve netâic-i uzmâyı anlayacak ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezâif-i
ubûdiyetlerini görmekle Zât-ı Kibriyânın Saltanat-ı Rububiyetini, haşmet-i
hâkimiyetini müşahede ederek, o Zâtın marziyâtı ne olduğunu anlamak ve Onun saltanatına
dellâl olmak için, alâküllihal, o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk
olacaktır. Tâ, daire-i âzamiyesinin ünvanı olan Arş-ı Âzamına girecek, tâ Kab-ı
Kavseyne, yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama
girecek ve Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ile görüşecektir ki, şu seyr ü sülûk ise
Miracın hakikatidir….Sözler
…İsm-i Hakem ve Hakîm, bedâhet
derecesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletine delâlet ve
istilzam ediyor denilebilir.
Evet, madem gayet mânidar bir kitap,
onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek
ve gösterecek bir âyine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir
dellâl ister.
Elbette, herbir harfinde yüzer
mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın muhatabı olan nev-i
insan içinde, elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak.
Tâ ki, o kitapta bulunan kudsî ve
hakikî hikmetleri ders verecek; belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu
bildirecek; belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbâniyenin zuhuruna, belki
husulüne vesile olacak; ve umum kâinatta Hâlık tarafından gayet ehemmiyetle
izharını irade ettiği kemâl-i san’atını, cemâl-i esmâsını bildirecek,
âyinedarlık edecek.
Ve o Hâlık, bütün mevcudatla kendini
sevdirmek ve zîşuur mahlûklarından mukabele istediğinden, o zîşuurların namına
birisi o geniş tezahürât-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyetle mukabele edip,
ber ve bahri cezbeye getirecek, semâvat ve arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir
ve takdisle o zîşuurların nazarını o san’atların Sâniine çevirecek; ve kudsî
dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir
Kur’ân-ı Azîmüşşanla, o Sâni-i Hakem-i Hakîmin makasıd-ı İlâhiyesini en güzel
bir surette gösterecek; ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürât-ı
cemâliye ve celâliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zat, güneşin
vücudu gibi bu kâinata lâzımdır, zarurîdir.
Ve öyle eden ve en ekmel bir surette
o vazifeleri yapan, bilmüşahede, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır.
Öyleyse, güneş ziyayı, ziya gündüzü
istilzam ettiği derecede, kâinattaki hikmetler risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.)
istilzam eder.
Evet, nasıl ki ism-i Hakem ve
Hakîmin cilve-i âzamı ile, âzamî derecede risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor;
öyle de, Esmâ-i Hüsnâdan Allah, Rahmân, Rahîm, Vedûd, Mün’im, Kerîm, Cemîl, Rab
gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i âzamla, âzamî derecede
ve mertebe-i kat’iyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzam ederler.
Meselâ, ism-i Rahmân’ın cilvesi olan
rahmet-i vâsia, o Rahmeten li’l-Âlemîn ile tezahür eder. Ve ism-i Vedûdun
cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî, o Habib-i Rabbü’l-Âlemîn
ile netice verir, mukabele görür.
Ve ism-i Cemîlin bir cilvesi olan
bütün cemaller, yani, cemâl-i Zat, cemâl-i esmâ, cemâl-i san’at, cemâl-i
masnuat o âyine-i Ahmediyede görülür, gösterilir.
Ve haşmet-i rububiyetin ve
saltanat-ı ulûhiyetin cilveleri dahi, o dellâl-ı saltanat-ı rububiyet olan
zât-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir.
Ve hâkezâ, bu misaller gibi, ekser
Esmâ-i Hüsnânın herbiri, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) birer parlak burhandır….Lem’lar
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
…Ve keza, insan saltanat-ı
rububiyetin mehâsinine nâzır ve esmâ-i kudsiyenin cilvelerine dellâl ve kalem-i
kudretle yazılan mektubat-ı İlâhiyeyi mütalâa ile mütefekkir olduğu cihetle,
eşref-i mahlûkat ve halife-i arz olmuştur. “Ey insanlar, hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise hiçbir şeye muhtaç
değildir ve her türlü övgüye lâyıktır.” Fâtır Sûresi, 35:15…Mesnevi-i Nuriye
İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsandaki kusur
sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi
edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur,
kemâlât-ı Sübhâniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gınâ-i rahmetin
derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyâsına bir mizandır.
İnsandaki tenevvü-ü hâcât, envâ-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir. Öyleyse
fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarını
Estağfirullah ve Sübhânallah ile ilân etmektir…Mesnevi-i Nuriye
Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı
başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı, hayvan gibi, belki
hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarf
etmeyiniz. Yoksa, sermayece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz
halde, en ednâsından elli derece aşağı düşersiniz.
Ey gafil nefsim! Senin hayatının
gayesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının suretini, hem hayatının sırr-ı
hakikatini, hem hayatının kemâl-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak.
Senin hayatının gayelerinin icmâli dokuz emirdir.
Birincisi şudur ki: Senin vücudunda
konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar
edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.
İkincisi: Senin fıtratında vaz
edilen cihazatın anahtarlarıyla esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli definelerini
açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır.
Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada,
mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san’atlarını ve
lâtif cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhar etmektir.
Dördüncüsü: Lisan-ı hâl ve kalinle
Hâlıkının dergâh-ı rububiyetine ubûdiyetini ilân etmektir.
Beşincisi: Nasıl bir asker,
padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp padişahın
nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-i
İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla bilerek
süslenip o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir.
Altıncısı: Zevilhayat olanların,
tezahürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları; ve rumûzât-ı hayatiye
denilen, Sânilerine tesbihatları; ve semerat ve gayât-ı hayatiye denilen,
Vâhibü’l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkürle görüp
şehadetle göstermektir.
Yedincisi: Senin hayatına verilen
cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini
vahid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u
mukaddesesini o ölçülerle bilmektir. Meselâ, sen cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin
ve cüz’î iradenle bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin
hanenden büyüklüğü derecesinde şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm,
Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.
Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudatın
herbiri kendine mahsus bir dille Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin
rububiyetine dair mânevî sözlerini fehmetmektir.
Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve
ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlâhiye ve gınâ-yı Rabbâniyenin derecât-ı
tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın
envâı miktarınca taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi,
sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-yı İlâhiyenin
derecatını fehmetmelisin….Sözler