“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
93 - *MEVCUDATIN AKILCA EN PARLAĞI* *(A.S.M)*
Anlamı: Tüm varlıkların içinde eşyanın
güzellik, çirkinlik, kemal ve noksanlık sıfatlarını idrak etme; her çeşit
faaliyette doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayırma, düşünme,
kavrama, anlama istidat ve kabiliyetine en üstün şekilde mazhar, göze çarpacak derecede
bir sahip olan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
…*Karıncayı emirsiz, arıyı ya’subsuz
bırakmayan Kudret-i Ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz. Âlem-i
şehâdetteki insanlara inşikàk-ı kamer bir mu’cize-i Ahmediye (a.s.m.) olduğu
gibi, Mi’rac dahi âlem-i melekuttaki melâike ve rûhâniyâta karşı bir mu’cize-i
kübrâ-yı Ahmediyedir ki, nübüvvetinin velâyeti bu kerâmet-i bâhire ile isbat
edilmiştir; ve o parlak zât; berk ve kamer gibi, melekutta şûle-feşan olmuştur*….
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
Evet, insan bilmediği şeye düşman
olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârâne
kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek ister. Madem bütün kâinatın şehadetiyle
Mahbub-u Hakikî ve Cemîl-i Mutlak, bütün güzel Esmâ-i Hüsnâsıyla kendini insana
sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve herhalde,
kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adâveti verip derinden
derine kendinden küstürmeyecek. Ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve
perestiş için yarattığı en müstesnâ mahlûku olan insanın fıtratına bütün bütün
zıt olarak bir gizli adâveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünkü insan, sevdiği
ve kıymetini takdir ettiği bir cemâl-i mutlaktan ebedî ayrılmaktan gelen derin
yarasını, ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi
edebilir. İşte, kâfirlerin Allah’ın düşmanı olması bu noktadan ileri geliyor.
Öyleyse, herhalde o cemâl-i ezelî, kendisinin âyine-i müştâkı olan insan ile
ebedü’l-âbâd yolunda seyahatinde beraber bulunmak için, alâ külli hal, bir
dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek.
Evet, madem insan fıtraten bir
cemâl-i bâkîye müştak ve muhib bir surette halk edilmiştir. Ve madem bâkî bir
cemal, zâil bir müştâka razı olamaz. Ve madem insan bilmediği veya yetişemediği
veya tutamadığı bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o
maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adâvet etmekle kendini teskin eder. Ve
madem bu kâinat insan için halk edilmiş ve insan ise marifet ve muhabbet-i
İlâhiye için yaratılmış. Ve madem bu kâinatın Hâlıkı, esmâsıyla sermedîdir. Ve
madem esmâlarının cilveleri daim ve bâkî ve ebedî olacaktır. Elbette ve herhalde
insan bir dâr-ı bekaya gidecek ve bir hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaktır. Ve
insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemâlâtını bildiren, rehber-i âzam ve
insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan
ettiğimiz bütün kemâlâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde
göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan
maksud ve müntehap insandır. Öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en
kıymettar müntehap ve en parlak âyine-i Ehad ve Samed, elbette Ahmed-i
Muhammeddir.
Ona, Onun AI ve Ashabına ümmetinin
iyilikleri sayısınca salât ve selâm olsun! Yâ Allah, yâ Rahman, yâ Rahim! Sen
Ferd’sin, Hayy’sın, Kayyûm’sun, Hakem’sin, Adl’sin, Kuddüs’sün; Furkan-ı
Hakîmin ve Habîb-i Ekremin hürmetine ve İsm-i Âzamın hakkı için Senden niyaz
ediyoruz ki, bizi nefis ve şeytanın şerrinden, cin ve insanların şerrinden
muhâfaza eyle! Âmin!...Lem’alar
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
………………İşte, bak: Yukarıdan inen ve
herkes ona hayretinden veyahut hürmetinden kemâl-i dikkatle bakan şu nurânî
fermana (Nurânî ferman Kurân’a; ve üstündeki turra ise, icâzına işarettir) bak.
O bin nişanlı zât, onun yanına durmuş, o fermanın meâlini umuma beyân ediyor.
*İşte, şu fermanın üslûbları öyle
bir tarzda parlıyor ki, herkesin nazar-ı istihsanını celb ediyor; ve öyle
ciddî, ehemmiyetli meseleleri zikrediyor ki, herkes kulak vermeye mecbur oluyor*.
Çünkü bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayı yapan ve bu acâibi izhâr eden
zâtın şuûnâtını, ef’âlini, evâmirini, evsâfını birer birer beyân ediyor. O
fermanın heyet-i umumiyesinde bir turra-i âzam olduğu gibi; bak her bir
satırında, her bir cümlesinde, taklid edilmez bir turra olduğu misillü; ifade
ettiği mânâlar, hakikatler, emirler, hikmetler üstünde dahi, o zâta mahsus
birer mânevî hâtem hükmünde, ona has bir tarz görünüyor. Elhasıl, o ferman-ı
âzam, güneş gibi, o zât-ı âzamı gösterir; kör olmayan görür.
İşte ey arkadaş! Aklın başına gelmiş
ise, bu kadar kâfi. Eğer bir sözün varsa şimdi söyle.
O inatçı adam cevaben dedi ki:
"Ben senin bu bürhanlarına
karşı yalnız derim: ’Elhamdülillâh, inandım. Hem güneş gibi parlak ve gündüz
gibi aydın bir tarzda inandım ki, şu memleketin tek bir Mâlik-i Zülkemâli, şu
âlemin tek bir Sahib-i Zülcelâli, şu sarayın tek bir Sâni-i Zülcemâli
bulunduğunu kabul ettim.’ Allah senden râzı olsun ki, beni eski inadımdan ve
divâneliğimden kurtardın. Getirdiğin bürhanların herbirisi, tek başıyla bu
hakikati göstermeye kâfi idi. Fakat, herbir bürhan geldikçe, daha revnaktar,
daha şirin, daha hoş, daha nurânî, daha güzel mârifet tabakaları, tanımak
perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim."…………….
Yirmi İkinci Sözün Birinci Makamı
… Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın haşmet-i
saltanat-ı mâneviyesinin nısf-ı arzı istilâsı ve şahsî kemâlâtı ve yüksek
hasletleri gösteriyor ki, bu âlemde en mühim zât budur; Hâlıkımız hakkında en
mühim söz onundur…………………..*Demek bu kâinatın mânevî güneşi ve Hâlıkımızın en
parlak bir bürhanı, bu Habibullah denilen zattır* Ayetü'l-Kübra