“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
51 -*KÜNUZ-U ESMA-İ İLAHİYENİN
KEŞŞAFI, GÖSTERİCİSİ* *(A.S.M)*
Anlamı: Allah’ın C.C isimlerinin
hazinelerinin keşfedicisi ve o hazinenin göstericisi olan Hz. Muhammed
A.S.M
…….. Ve kezâ, bütün nimet hazinelerini açmak salâhiyetinde olan, nimet-i
imana vesile olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi öyle bir
nimettir ki, nev-i beşer ilelebed o zâtı (a.s.m.) medh ü senâ etmeye borçludur……
Yirmi Dokuzuncu Lem'a | İkinci Bab
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
Arkadaş! O hutbe-i ezeliyeyi okuyan
zât, kâinatın kemâlâtını keşfeden canlı bir güneştir; saadet-i ebediyeyi ihbar
ve tebşir ediyor. Nihayetsiz rahmeti keşfetmiş, ilân ediyor. Saltanat-ı
Rububiyetin mehâsininin dellâlı ve esmâ-i İlâhiyenin gizli definelerinin
keşşâfıdır…Mesnevi-i Nuriye
….Ve keza, ziyasız güneşin vücudu
mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i
rusül ile olur.
Ve keza, hadd-i kemâle bâliğ olan en
yüksek bir cemâlin bilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin tarifi
lâzımdır.
Ve keza, kemâl-i cemâle bâliğ olan
kemâl-i hüsn-ü san’at, resullerin delâletiyle olur.
Ve keza, rububiyet-i âmme,
ubudiyet-i külliye ister. Bu da zülcenaheyn resullerin vahdet-i İlâhiyeyi halka
ilân etmeleriyle mümkün olur.
Ve keza, bir hüsün sahibinin isteği
olmasa ve bir ayine bulunmasa ve tarif edici bir şahıs tavassut etmezse, onun
hüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün değildir. Bu da ancak resuller
vasıtasıyla olur. Çünkü, resul, ubudiyetiyle Hâlıkın hüsnüne ayinedir; risaleti
cihetiyle de halka izhar ve ilân eder.
Ve keza, bir zâtın cevahirle,
zîkıymet eşya ile dolu hazinelerini açıp halka göstermek ve arz etmekle o zâtın
kudretini, zenginliğini, saltanatını ilân etmek için, ancak o zâtın
müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş bir memur lâzımdır. İşte o
memur resuldür.
Arkadaş! Bu sıfatları hâiz, bu
vazifeleri en mükemmel görebilecek Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan
başka âlemde bir şahıs yoktur. En câmi, en kâmil, en fâzıl o zâttır. Tam tamına
teşhir, tebliğ, tarif, tavsif, izhar, ilân eden, o zâttır…..Mesnevi-i Nuriye
…… Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit
vücuhundan bir ferdi, bir vechi ene’dir. Evet, ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye
kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile
müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikate girişmeden evvel, o
hakikatin fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:
Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i
İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı
olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır. O ene,
mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene açılır ve
kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahi açar. Şu meseleye dair, Şemme
isminde bir risale-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki:
Âlemin miftahı insanın elindedir ve
nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten
kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah
vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş
ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi
de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî
mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır….Sözler
İ’lem eyyühe’l-aziz! Hilkat
şeceresinin semeresi insandır. Malûmdur ki, semere bütün eczânın en ekmeli ve
kökten en uzağı olduğu için, bütün eczânın hâsiyetlerini, meziyetlerini
hâvidir. Ve keza, hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine
insandır.
Sonra, o şecerenin semeresi olan insandan
bir tanesini şecere-i İslâmiyete çekirdek ittihaz etmiştir. Demek o çekirdek,
âlem-i İslâmiyetin hem bânisidir, hem esasıdır hem güneşidir. Fakat o
çekirdeğin çekirdeği kalbdir. Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin envâıyla,
eczâsıyla pek çok alâkaları vardır. Esmâ-i Hüsnânın bütün nurlarına ihtiyaçları
vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları
vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikı ile itminan edebilir.
Ve keza, o kalbin öyle bir
kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil
eder. Ve Vahid-i Ehadden başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî
bir bekadan maada birşeye razı olmuyor…Mesnevi-i Nuriye
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
… Sonra “Bize yeter.” de ki
“biz” de bulunan ene’ye, yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni
dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu’cizâne yapmış, kulağımı
açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle
bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar
edilen bütün Rahmânî hediyeleri, atiyeleri tartacak, bilecek yüzer
mizancıkları, ölçücükleri ve Esmâ-i Hüsnânın nihayetsiz cilvelerinin
definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış;
kokuların, tatların, renklerin adedince târifeleri o âletlere yardımcı vermiş….
Dördüncü Şuâ
… İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın
fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acâibindendir ki: Sâni-i Hâkim şu küçük
cisimde gayr-ı mahdut envâ-ı rahmeti tartmak için gayr-ı mâdut mizanlar vaz
etmiştir. Ve Esmâ-i Hüsnânın gayr-ı mütenâhi mahfî definelerini fehmetmek için,
gayr-ı mahsur cihâzat ve âlât yaratmıştır. Meselâ, mesmûat, mubsırat, me’kûlât
âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâniin sıfât-ı mutlakasını ve geniş
şuûnatını fehmetmek içindir…Mesnevi-i Nuriye