“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
112 - *İSM-İ FERD'İN CİLVE-İ
A'ZAMININ BİR ÂYİNESİ* *(A.S.M)*
Anlamı: Allah’ın C.C tek ve
benzersizliğini ifade eden Ferd isminin yansımasını en büyük şekilde gösteren
ayine olan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
…Ve keza, bir hüsün sahibinin isteği
olmasa ve bir ayine bulunmasa ve tarif edici bir şahıs tavassut etmezse, onun
hüsnünün görünmesi, gösterilmesi mümkün değildir. Bu da ancak resuller
vasıtasıyla olur. Çünkü, resul, ubudiyetiyle Hâlıkın hüsnüne ayinedir; risaleti
cihetiyle de halka izhar ve ilân eder.
Ve keza, bir zâtın cevahirle,
zîkıymet eşya ile dolu hazinelerini açıp halka göstermek ve arz etmekle o zâtın
kudretini, zenginliğini, saltanatını ilân etmek için, ancak o zâtın
müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş bir memur lâzımdır. İşte o
memur resuldür.
Arkadaş! Bu sıfatları hâiz, bu
vazifeleri en mükemmel görebilecek Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan
başka âlemde bir şahıs yoktur. En câmi, en kâmil, en fâzıl o zâttır. Tam tamına
teşhir, tebliğ, tarif, tavsif, izhar, ilân eden, o zâttır. Mesnevi-i Nuriye
Âyinedir bu âlem, herşey Hak ile
kaim,
Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür
dâim.
Aziz Mahmud Hüdâyî K.S
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
… Bak ki, bu kâinatta tasarruf eden
ve en cüz’î bir şifayı ve en küçük bir şükrü dahi nazara alan ve sinek kanadı gibi
en az bir san’atı başkalarına havale etmeyen ve vermeyen ve lâkayt kalmayan ve
en basit bir tohuma bir ağaç kadar vazifeler ve hikmetler takan ve kendi
Rahmâniyetini ve Rahîmiyetini ve Hakîmliğini herbir san’atıyla ihsas eden ve
kendini herbir vesileyle tanıttıran ve herbir nimetle sevdiren bir Sâni-i
Kadîr, Hakîm, Rahîm, Alîm, hiç mümkün müdür ki ve hiçbir cihetle kàbil midir
ki, kâinatı mânen istilâ eden mehâsin-i hakikat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve
tesbihat-ı Ahmediyeye (a.s.m.) ve envar-ı İslâmiyeye karşı lâkayd kalsın?
Ve hiçbir cihetle mümkün müdür ki,
bütün masnuatını yaldızlayan ve bütün mahlûkatını sevindiren ve kâinatı
ışıklandıran ve semâvât ve arzı velveleye veren ve küre-i arzın yarısını ve
nev-i beşerin beşten birisini ondört asır bilâ fasıla saltanat-ı maddiye ve
mâneviyesi altına alan ve daima o muhteşem saltanatı Hâlık-ı Kâinat hesabına ve
namına süren Risalet-i Ahmediye (a.s.m.) o Sâniin en mühim bir maksadı, bir
nuru, bir âyinesi olmasın? Hem Muhammed (a.s.m.) gibi aynı hakikata hizmet eden
enbiyalar dahi o Sâniin elçileri ve dostları ve memurları olmasın? Hâşâ,
mu’cizat-ı enbiya adedince hâşâ ve kellâ!
Hem hiçbir cihetle mümkün müdür ki,
dal ve budak gibi en cüz’î birşeye yüz hikmetleri ve meyveleri takan ve kendi
rububiyetini fevkalâde hikmetleriyle ve umumî Rahmâniyetiyle tanıttırıp
sevdiren bir Hâlık-ı Hakîm-i Rahîm, kudretine nisbeten bir bahar kadar kolay
olan haşri getirmeyerek, bir dâr-ı saadet, bir menzil-i bekà açmayıp, bütün
hikmetlerini ve rahmetlerini, hattâ rubûbiyetini ve kemâlâtını inkâr etsin ve
ettirsin ve çok sevdiği bütün mahbub mahluklarını ebedî bir sûrette idam etsin?
Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! O cemâl-i mutlak, böyle bir kubh-u mutlaktan yüz
binler derece münezzeh ve mukaddestir. Şualar
…Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan
süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir
hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır.
Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi
bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı
Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş
hülâsatü’l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın his ve
şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır.
Belki maddî ve mânevî hayat-ı
Muhammediye (a.s.m.) , âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i
Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân
dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u
kâinatın aklıdır.
Evet, evet, evet! Eğer kâinattan
risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer
Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek,
belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti
koparacak.
Hem hayat, iman-ı bilkader rüknüne
bakıyor, remzen ispat eder. Çünkü madem hayat âlem-i şehadetin ziyasıdır ve
istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlık-ı Kâinatın en câmi
âyinesidir; ve faaliyet-i Rabbâniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir,
temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Lem’alar
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun hadsiz cemâl
ve kemâli vardır. Çünkü, bütün kâinatın aksâmına inkısam etmiş olan cemâl ve
kemâlin bütün envâı, Onun cemâl ve kemâlinin emâreleri, işaretleri,
âyetleridir.
İşte, herhalde, cemâl ve kemâl
sahibi bilbedâhe cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl dahi cemâlini
pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı
olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever; elbette esmâsının cemâlini
gösteren san’atını sever.
Öyle ise, cemâl ve kemâline âyine
olan masnuatını dahi sever. Madem cemâl ve kemâlini göstereni sever; elbette
cemâl ve kemâl-i esmâsına işaret eden mahlûkatının mehâsinini sever. Bu beş
nevi muhabbete, Kur’ân-ı Hakîm, âyâtıyla işaret ediyor.
İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm, madem masnuat içinde en mükemmel ferttir ve mahlûkat içinde en mümtaz
şahsiyettir.
Hem san’at-ı İlâhiyeyi bir velvele-i
zikir ve tesbihle teşhir ediyor ve istihsan ediyor.
Hem esmâ-i İlâhiyedeki cemâl ve
kemâl hazinelerini lisan-ı Kur’ân ile açmıştır.
Hem kâinatın âyât-ı tekviniyesinin,
Sâniinin kemâline delâletlerini parlak ve kat’î bir surette lisan-ı Kur’ân’la
beyan ediyor.
Hem küllî ubûdiyetiyle rububiyet-i
İlâhiyeye âyinedarlık ediyor.
Hem mahiyetinin câmiiyetiyle bütün
esmâ-i İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.
Elbette bunun için denilebilir ki,
Cemîl-i Zülcelâl, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyine-i
zîşuuru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever.
Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o
esmânın en parlak âyinesi olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever
ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma benzeyenleri dahi derecelerine göre
sever.
Hem san’atını sevdiği için, elbette
Onun san’atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinata neşreden ve semâvâtın
kulağını çınlatan, ber ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbihle
ilân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve ona ittibâ edenleri
de sever.
Hem masnuatını sevdiği için, o
masnuatın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuuru ve
zîşuurun en efdali olan insanları ve insanların bil’ittifak en mükemmeli olan
Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı elbette daha ziyade sever.
Hem kendi mahlûkatının mehâsin-i
ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil’ittifak en yüksek
mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı sever ve derecâta
göre ona benzeyenleri dahi sever.
Yirmi Dördüncü Mektubun İkinci Zeyli