“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
44 -* BÜTÜN ENBİYAYA REİS * *(A.S.M)*
Anlamı: Fazilet. Kulluk ve cami mazhariyet
noktasında tüm peygamberlerden ileri olan Hz. Muhammed A.S.M
“İşte bu peygamberlerden kimini
kimine üstün kıldık.” Bakara suresi,
2/253.
“Nübüvvet öyle bir çekirdektir ki:
İslâmiyet şeceresi bütün semeratıyla, çiçekleriyle o çekirdekten çıkmıştır.”
Mesnevi-i Nuriye
“Evet, o bürhânın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke
bir mihrab, Medine bir minber... O bürhân-ı bâhir olan Peygamberimiz
Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i îmânâ imam, bütün insanlara hatib, bütün
enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir
halka-i zikrin serzâkiri... Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar
semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; herbir dâvasını, mu'cizâtlarına istinad
eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza
ediyorlar”..Sözler
Allahım! Tıpkı İbrahim’e ve İbrahim’in âline salât ettiğin gibi,
Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in âline de salât et. Muhakkak ki
Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin
herşeyden nihayetsiz derecede yüksektir………….Dördüncü Lem'a
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
……Ve o üstad ise, Seyyidimiz
muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Avânesi ise, enbiya aleyhimüsselâmdır. Ve
şakirtleri ise evliya ve asfiyadır. O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise, şu
âlemde melâike aleyhimüsselâma işarettir….Sözler
........On Dokuzuncu Sözde tarif edilen ve kitab-ı kebirin âyet-i
kübrâsı ve o Kur’ân-ı Kebirdeki ism-i âzamı ve o şecere-i kâinatın çekirdeği ve
en münevver meyvesi ve o saray-ı âlemin güneşi ve âlem-i İslâmiyetin bedr-i
münevveri ve rububiyet-i İlâhiyenin dellâl-ı saltanatı ve tılsım-ı kâinatın
keşşâf-ı zîhikmeti olan Seyyidimiz Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü vesselâm,
bütün enbiyayı sâyesi altına alan risalet cenâhı ve bütün âlem-i İslâmı
himayesine alan İslâmiyet cenahlarıyla, hakikatin tabakatında uçan ve bütün
enbiya ve mürselîni, bütün evliya ve sıddıkîni ve bütün asfiya ve muhakkıkîni
arkasına alıp, bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip, arş-ı ehadiyete yol açıp
gösterdiği iman-ı billâh ve ispat ettiği vahdâniyet-i İlâhiyeye, hiç vehim ve
şüphenin haddi var mı ki kapatabilsin ve perde olabilsin?...Sözler
.......
İbn-i Abbas şöyle buyurdu:
“Âlemlerin Fahri olan Hz. Muhammed
(s.a.v) dünyaya teşrif edince, bir meleğin gelip kulağına şöyle dediğini
işittim:
“Müjde ey Allah’ın Resûlü! Hiçbir
peygamberin ilmi yoktur ki, sana verilmemiş olsun… Sen onların ilimde en üstünü
ve kalbde en yiğidisin!”
Nasıl ki nur-u muhammedî ve
hakikat-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı Nübüvvetin hem fatihası, hem
hâtimesidir. Bütün enbiya onun asl-ı nurundan istifaza ve hakikat-i dininin
neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (a.s.m.)
cephe-i Âdem’den, tâ zât-ı mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur
ederek, intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur.
Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye,
Risale-i Miracta kat’i bir surette ispat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın
hem çekirdek-i aslîsi, hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de,
hakikat-i Kur’âniye zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar, hakikat-i muhammediye
(a.s.m.) ile beraber, müteselsilen enbiyaların suhuf ve kütüplerinde nurlarını
neşrederek, gele gele tâ nüsha-i kübrâsı ve mazhar-ı etemmi olan Kur’ân-ı
Azîmüşşan suretinde cilveger olmuştur.
Bütün enbiyanın usul-ü dinleri ve
esas-ı şeriatları, hülâsa-i kitapları Kur’ân’da bulunduğuna, ehl-i tahkik ve
ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen fetret i mutlakanın zamanı
ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhureyle zaman-ı Âdem’den tâ kıyâmete
kadar, eyyam-ı şer’iye ile tâbir edilen yedi bin seneden, fetret-i mutlakanın
zamanı tarh edildikten sonra altı bin altı yüz altmış altı sene kadar, din-i
İslâmın sırrını neşreden hakikat-i Kur’âniye, küre-i arzda ayrı ayrı perdeler
altında neşr-i envar edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor demektir…. Barla Lâhikası
Allah Resûlü (s.a.v), peygamberler
arasındaki makamını şöyle tasvir eder:
“Adamın biri muazzam bir bina
kurmuş, binanın güzelliği karşısında görenler hayran kalmıştı. Fakat bu binada
bir tuğlanın yeri boş kaldığından, o bina bakanlara rahatsızlık verirdi. İşte ben
o tuğlayım.” (Buhari/Müslim)
“Bütün insanların serdarıyım, fakat
bununla iftihar etmiyorum. Kıyamet günü Livânü’l-hamdi taşıyacağım onunla da
iftihar etmiyorum. O gün bütün peygamberler benim Livânü’l-hamd’imin altında
toplanacaklar, ama bununla da iftihar etmiyorum. O gün herkes huzur-u ilâhiye
giderken onların imamı ve rehberi olacağım. Herkes umutsuz ve çaresiz beklerken
onlara müjdeyi ben vereceğim. Fakat bununla da iftihar etmiyorum. Ben, ancak
Allah’a kul olmakla iftihar ediyorum.” Hz. Muhammed (S.A.V)
Evet, Üstadım, nasıl ki, Fahr-i Âlem
(sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazretleri şecere-i kâinatın hayattar çekirdeği,
enbiya ve mürselîn o şecere-i mübarekin dalları olup, dalın iptidasından
müntehasına kadar, kat’î bir alâkayla daimî birbirlerini götürüyorlar. Bu sır
için, Hazret-i Âdem Safiyyullah kokladığı ve hissettiği nur-u muhammed
(aleyhissalâtü vesselâm) hakkında demiş: “Yâ Rab, benim alnımda bir çığırtı
var, nedir?” Cenâb-ı Kibriya hazretleri buyurmuş: “Nur-u muhammed’in
(aleyhissalâtü vesselâm) tesbihidir.” Barla Lâhikası/Hafiz Ali R.H
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
………..Birinci kafile olan süedâ ve
ebrar ise, zülcenâheyn olan Üstadı dinlediler. O üstad hem abddir; ubûdiyet
noktasında Rabbini tavsif ve tarif eder ki, Cenâb-ı Hakkın dergâhında ümmetinin
elçisi hükmündedir. Hem resuldür; risalet noktasında Rabbinin ahkâmını Kur’ân
vasıtasıyla cin ve inse tebliğ eder.
Şu bahtiyar cemaat, o Resulü
dinleyip Kur’ân’a kulak verdiler. Kendilerini, envâ-ı ibâdâtın fihristesi olan
namaz ile, birçok makamat-ı âliye içinde çok lâtif vazifelerle telebbüs etmiş
gördüler. Evet, namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezâifi,
makamatı mufassalan gördüler. Şöyle ki:
Evvelen: Âsâra bakıp, gaibâne
muamele suretinde, saltanat-ı Rububiyetin mehâsinine temâşâger makamında
kendilerini gördüklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini eda edip Allahu ekber
dediler.
Saniyen: Esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin
cilveleri olan bedâyiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle,
Sübhanallah Velhamdülillâh diyerek takdis ve tahmid vazifesini ifa ettiler.
Salisen: Rahmet-i İlâhiyenin
hazinelerinde iddihar edilen nimetlerini zâhir ve bâtın duygularla tadıp
anlamak makamında şükür ve senâ vazifesini edaya başladılar.
Rabian: Esmâ-i İlâhiyenin
definelerindeki cevherleri, mânevî cihazat mizanlarıyla tartıp bilmek makamında
tenzih ve medih vazifesine başladılar.
Hamisen: Mistar-ı kader üstünde
kalem-i kudretiyle yazılan mektubât-ı Rabbâniyeyi mütalâa makamında tefekkür ve
istihsan vazifesine başladılar.
Sadisen: Eşyanın yaratılışında ve
masnuatın san’atındaki lâtif incelik ve nazenin güzellikleri temâşâ ile tenzih
makamında, Fâtır-ı Zülcelâl, Sâni-i Zülcemâllerine muhabbet ve iştiyak vazifesine
girdiler…………………………………………………………………………………….. Sonra, o Rabbü’l-Âlemînin ulûhiyetinin izharına karşı, zaaf içinde
aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibaret olan ubûdiyet ile ve
ubûdiyetin hülâsası olan namaz ile mukabele ettiler.
Daha bunlar gibi gûnâgûn ubûdiyet
vazifeleriyle şu dar-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde farîze-i ömürlerini ve
vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar. Bütün mahlûkat
üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-ü iman ile emn ü emanet ile mücehhez, emin bir halife-i arz oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe ve şu
destgâh-ı imtihandan sonra, onların Rabb-i Kerîmi, onları, imanlarına mükâfat
olarak saadet-i ebediyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak dârüsselâma davet
ederek öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve
kalb-i beşere hutur etmemiş derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti
ve onlara ebediyet ve bekà verdi.
Çünkü ebedî ve sermedî olan bir
cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir.
İşte Kur’ân şakirtlerinin akıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak bizleri onlardan
eylesin. Âmin!......Sözler