“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
20 - MADEN-İ KEMALÂT (A.S.M)
Anlamı: Kusursuz mükemmelliğin kaynağı
olan Hz. Muhammed A.S.M
….O zât (a.s.m.) öyle bir şeriat ve
bir İslâmiyet ve bir ubûdiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana
çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne
bulunmuş ve ne de bulunur……Yedinci Şua
BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;
…. Hem maden-i kemâlât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdâniyet
ve saadet, kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Evet, Hâlık-ı
Kâinat tarafından söylettiriliyor…Mektubat
…. On Birinci Sözün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi,
nasıl ki bir sultan-ı zîşânın pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok
cevahirlerin envâı bulunsa, hem sanayi-i garibede çok mahareti olsa ve hesapsız
fünun-u acibeye marifeti, ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve
ıttılaı olsa; her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görüp ve
göstermek istemesi sırrınca, elbette o sultan-ı zîfünun dahi bir meşher açmak
ister ki, içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzârına saltanatının haşmetini, hem
servetinin şâşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin
garibelerini izhar edip göstersin tâ, CEMÂL VE KEMÂL-İ MÂNEVÎSİNİ iki vech ile
müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri,
gayrın nazarıyla baksın.
Ve şu hikmete binaen, elbette cesîm,
muhteşem, geniş bir saray yapmaya başlar. Şahane bir surette dairelere,
menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaâtıyla süslendirip,
kendi dest-i san’atının en güzel, en lâtif san’atlarıyla ziynetlendirir. Fünun
ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder.
Ve ulûmunun âsâr-ı
mu’cizekârâneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle,
taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer, bir ziyafet-i âmme
ihzar eder. Sonra, raiyetine KENDİ KEMÂLÂTINI göstermek için, onları seyre ve
ziyafete davet eder. SONRA BİRİSİNİ YAVER-İ EKREM YAPAR, aşağıdaki tabakat ve
menzillerden yukarıya davet eder, daireden daireye, üst üstteki tabakalarda
gezdirir. O acip san’atının makinelerini ve destgâhlarını ve aşağıdan gelen
mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir.
BÜTÜN O KEMÂLÂTININ MADENİ OLAN
MÜBAREK ZÂTINI ONA GÖSTERMEKLE VE HUZURUYLA ONU MÜŞERREF EDER. KASRIN HAKAİKİNİ
VE KENDİ KEMÂLÂTINI ONA BİLDİRİR, SEYİRCİLERE REHBER TAYİN EDER, GÖNDERİR. Tâ o
sarayın sâniini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşuyla, acaibiyle, ahaliye tarif
etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlarının
işaretlerini öğretip, derunundaki manzum murassâlar ve mevzun nukuş nedir ve
saray sahibinin kemâlâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler, o saraya girenlere
tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen
sultan-ı zîfünun ve zîşuûna karşı marziyâtı ve arzuları dairesinde teşrifat
merasimini tarif etsin.
Aynen öyle de, “ve lillahil meselül
a'la" (“En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.) Ezel-Ebed
Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemâlâtını ve nihayetsiz cemâlini
görmek ve göstermek istemiştir ki, şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır
ki, herbir mevcut pek çok dillerle Onun kemâlâtını zikreder, pek çok
işaretlerle cemâlini gösterir.
Esmâ-i Hüsnâsının herbir isminde ne
kadar gizli mânevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî
letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda
gösterir ki, bütün fünun, bütün desâtiriyle, şu kitab-ı kâinatı zaman-ı
Âdem’den beri mütalâa ediyor. Halbuki o kitap esmâ ve kemâlât-ı İlâhiyeye dair
ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşr-ü mişarını daha okuyamamış.
İŞTE ŞÖYLE BİR SARAY-I ÂLEMİ, KENDİ
KEMÂLÂT VE CEMÂL-İ MÂNEVÎSİNİ GÖRMEK VE GÖSTERMEK İÇİN BİR MEŞHER HÜKMÜNDE AÇAN
CELÎL-İ ZÜLCEMÂL, CEMÎL-İ ZÜLCELÂL, SÂNİ-İ ZÜLKEMÂLİN HİKMETİ İKTİZA EDİYOR Kİ,
ŞU ÂLEM-İ ARZDAKİ ZÎŞUURLARA NİSBETEN ABES VE FAİDESİZ OLMAMAK İÇİN, O SARAYIN
ÂYETLERİNİN MÂNÂSINI BİRİSİNE BİLDİRSİN.
O SARAYDAKİ ACAİBİN MENBALARINI VE
NETÂİCİNİN MAHZENLERİ OLAN AVÂLİM-İ ULVİYEDE BİRİSİNİ GEZDİRSİN VE BÜTÜN
ONLARIN FEVKİNE ÇIKARSIN VE KURB-U HUZURUNA MÜŞERREF ETSİN VE ÂHİRET
ÂLEMLERİNDE GEZDİRSİN. UMUM İBÂDINA BİR MUALLİM VE SALTANAT-I RUBUBİYETİNE BİR
DELLÂL VE MARZİYÂT-I İLÂHİYESİNE BİR MÜBELLİĞ VE SARAY-I ÂLEMİNDEKİ ÂYÂT-I
TEKVÎNİYESİNE BİR MÜFESSİR GİBİ, ÇOK VAZİFELERLE TAVZİF ETSİN. MU’CİZAT
NİŞANLARIYLA İMTİYAZINI GÖSTERSİN. KUR’ÂN GİBİ BİR FERMANLA O ŞAHSI, ZÂT-I
ZÜLCELÂLİN HAS VE SADIK BİR TERCÜMANI OLDUĞUNU BİLDİRSİN…….Otuz Birinci Söz
SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN HİSSEMİZ;
…..İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i
Sâni diyor ki:
Ben seyr-i sülûk-i ruhanîde
görüyordum ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan mervî olan kelimat
nurludur, Sünnet-i Seniyye şuâı ile parlıyor. Ondan mervî olmayan parlak ve
kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en
parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki, Sünnet-i
Seniyyenin şuâı bir iksirdir. Hem o Sünnet, nur isteyenlere kâfidir; hariçte
nur aramaya ihtiyaç yoktur.
İşte, böyle hakikat ve şeriatın bir
kahramanı olan bir zâtın bu hükmü gösteriyor ki, Sünnet-i Seniyye, saadet-i
dâreynin temel taşıdır ve kemâlâtın madeni ve menbaıdır….
“Allahım bize Sünnet-i Seniyyeye
ittiba etmeyi nasip et.”…Bediüzzaman Said Nursî R.A …….Lem’alar
“ Peygamberimiz uyumak üzere
yattıkları zaman sağ elinin ayasını sağ yanağının altına koyar, “Allaha şükür
olsun ki bizi yedirdi, içirdi, barındırdı; zira geçinecek şeyi, barınacak yurdu
bulunmayan niceleri vardır. Yarabbi Sen’in ismi şerefinle yatıp kalkıyorum.”
diye dua buyururlardı………….
.
.