“
Bismillâhirrahmânirrahim..”
8 - FAHR-İ ÂLEM (A.S.M)
Anlamı: Bütün âlemin kendisi ile iftihar ettiği Hz. Muhammed
A.S.M
“Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır.
Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi
şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis
ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî
hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş
hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın his ve
şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı
Muhammediye (a.s.m.), âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve
risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i
Kur'ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve
şuur-u kâinatın aklıdır.
Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin
(a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse, kâinat
divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış
olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.
Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa,
Nur-u Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kitabın kâtibinin kaleminin
mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-ı
Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat
farz edilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o
nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül
edilirse, Nur-ı Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir saray farz
edilirse, Nur-ı Muhammedî o Sultan-ı Ezelî'nin makarr-ı saltanat (saltanat merkezi)
ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek
saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O
sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mucizeleri tarif ediyor.
Halkı o saray sahibine, sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayret-efza davet
ediyor. Binaenaleyh İncil'de "Ahmed", Tevrat'ta "Ahyed" ve
Kur’ân’da "Muhammed" ismiyle müsemma, iki cihanın güneşidir
BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;
…. o gaybî Zâtın yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi
ve onun mezkûr maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve
muammâsını hall ve keşfeden ve daima o Hâlıkının namına hareket eden ve Ondan
istimdat eden ve muvaffakiyet isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfike
mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşî denilen bu zât (a.s.m.) olacak…
Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr dokuz hakikatler bu zâtın
sıdkına şehadet ederler. Elbette bu âdem, benî Âdemin medar-ı şerefi ve bu
âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona "Fahr-i Âlem" ve "Şeref-i
Benî Âdem" denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmânî
olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın haşmet-i saltanat-ı mâneviyesinin nısf-ı arzı
istilâsı ve şahsî kemâlâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki, bu âlemde en
mühim zât budur; Hâlıkımız hakkında en mühim söz onundur… Âyetü'l-Kübra.
….İşte, bakınız: Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli
veren, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmdan başka kimdir? Evet, Fahr-i
Âlem odur ve fâni insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren
odur…Mektubat
“O, insanların en cömerdi, insanların en geniş kalplisi,
insanların en doğru sözlüsü, onların en ahde vefalısı, onların en yumuşak
huylusu, insanların en soylusu idi. Onu ilk gören heybetinden korkardı. Onu
yakından tanıyan ise ona âşık olurdu. Onu vasf eden kimse: ‘ne ondan önce, ne
de ondan sonra, kendisinin bir benzerini gördüm’ derdi.” Hz. Ali K.V
…………
“Kayan yıldızlara
yemin olsun ki, arkadaşınız (Muhammed), ne saptı ve ne de yanlış yola kaydı. O
kendi heva ve hevesinden konuşmaz. O (nun söyledikleri) ancak vahiy edilen bir
vahiydir” (Necm, 53/1-4).
…..
“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır”
(Ahzab, 33/6).
… İşte bu kitab-ı kâinatın vâzıh bir fihriste-i mukaddesesi
olan Furkan-ı Mübîn, Arş-ı Âzamdan ve her ismin âzamî mertebesinden nüzul ile
kökü Arş-ı Âzamdan, gövdesi Fahr-i Âlemin (sallâllahü aleyhi ve sellem) sadrına
ve dalları bütün zemini ihata eden kitab-ı kâinatın her sahifesinde ve her
cüz’ünde lâfzullah ve lâfz-ı Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) ve lâfz-ı
Kur’ân’ın bütün birbiriyle alâkadarane işaret edip birbirini göstererek,
birbirinin hükümlerini tasdik ettikleri misillû…………………..Barla Lahikası / Hâfız
Ali R.H
… “Hem o melek, cin ve beşerin seyyidi olan zat, şu kâinat
ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlâhiyenin timsali ve
muhabbet-i Rabbâniyenin misali ve Hakkın en münevver bürhanı ve hakikatin en
parlak sirâcı ve tılsım-ı kâinatın miftahı ve muammâ-yı hilkatin keşşafı ve
hikmet-i âlemin şârihi ve saltanat-ı İlâhiyenin dellâlı ve mehâsin-i san'at-ı
Rabbâniyenin vassâfı; ve câmiiyet-i istidat cihetiyle, o zat mevcudattaki
kemâlâtın en mükemmel enmuzecidir. Öyleyse, o zâtın şu evsâfı ve şahsiyet-i
mâneviyesi işaret eder, belki gösterir ki, o zat kâinatın illet-i gaiyesidir.
Yani, "O zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad
etmeseydi, kâinatı dahi icad etmezdi" denilebilir. Evet, cin ve inse
getirdiği hakaik-i Kur'âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı
âliye ve kemâlât-ı sâmiye, şu hakikate şahid-i kat'idir.”
SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU İSİM/SIFATTAN HİSSEMİZ;
………… Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bugünlerde sabah namazı tesbihatında İstanbul'daki ihtiyarın
garazkârane ve şahsıma karşı galiz gıybeti üzerine, Eski Said damarıyla nefs-i
emmarem heyecana geldi. "Mazlumum, bu nevi zulüm çekilmez!" dedi,
intikamını almak istedi. Birden kalbime geldi:
"Belki Risale-i Nur'un İstanbul'da neşrine bir vesile
olur. SEN MADEM HAYAT-I DÜNYEVİYENİ VE HAYAT-I UHREVİYENİ DAHİ RİSALE-İ NUR'A
FEDA EDİYORSUN; BU İZZET-İ NEFİS DAMARINI DAHİ FEDA ET. HEM SEBEB-İ HİLKAT-İ
KÂİNAT FAHR-İ ÂLEM ALEYHİSSALÂTÜ VESSELÂMA 'MECNUN' TABİRİ İSTİMAL EDEN
İNSANLAR BULUNDUĞU GİBİ, SENİN, O GÜNEŞE NİSPETEN ZERRECİK BİR İZZET-İ NEFSİNİN
KIRILMASINA EHEMMİYET VERME" diye ihtar edildi, benim de kalbim rahat
etti…Said Nursî