24.12.18

Ona Benzemek

Ey… Rehber-i küll
Ey… Sultan-ı levlak;
Senin ile sevmek mahbub-u hakikiyi
An şart imiş
O’nun sevmesinde sana benzemek var imiş…

10.12.18

Hoş geldin, sefa geldin ey sabah ve ey yeni gün!


sabah vakti ile ilgili görsel sonucuMerha-ba ey mutlu gün! Ve merhaba ey kâtip ve şahit melek! Şu söy-lediklerimizi bizim için yaz:

Ezelden ebede kadar varlıkların halleriyle ve dilleriyle yaptıkları sonsuz hamdler, şükürler ve övgüler yalnız Kendisine ait olan Hamîd; her şeyin üstünde sonsuz derece bir şeref sahibi ve sonsuz takdis ve övgülere lâyık olan Mecîd; dilediğini dilediği şekilde yükselten, yücelten ve herkese lâyık olduğu rütbeyi ve mertebeyi veren Refî’; yarattığı varlıkları çok seven ve onlara da Kendisini her vesileyle sevdiren Vedûd; bütün sıfat, isim ve fiilleriyle her şeyi kuşatan Muhît; mahlûkatı hakkında dilediğini yapan Fa’âl Allah’ın adıyla.

O kuluna şah damarından daha yakındır.

Allah’a îman etmiş, Ona kavuşmaya inanmış ve delillerini kabul etmiş, Allah’ın ulûhiyeti dışında başka ilâhları inkâr etmiş ve Allah’a tevekkül etmiş olarak sabahladık.
Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, Arşını taşıyan meleklerini şâhid tutuyoruz ki: O bütün mükemmel sıfatlara sahip ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tır. Kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur, O tektir. Onun ortağı yoktur. Ve yine şahadet ediyoruz ki: Muhammed (a.s.m.) Onun kulu ve Resulüdür. Cennet haktır. Cehennem haktır. Kevser Havuzu haktır. Şefaat haktır. Kabirde sorguya çeken Münker ve Nekir melekleri haktır. Allah’ın verdiği söz haktır. Muhakkak Kıyamet Günü gelecektir ve bunda hiçbir şüphe yoktur. Allah, kabirde yatanları da diriltecektir. İşte biz bu inançla yaşıyor, bu inançla öleceğiz, bu inançla yarın diriltileceğiz ve azap da görmeyeceğiz, inşaallahu teâlâ.

Bahâüddîn Nakşıbend R.A / Evrad-ı Kudisye

8.12.18

ALLAH’ım,



Bismillâhirrahmânirrahîm,

ALLAH’ım, senden (bir şey) istememe üç haslet engel oluyor; bir haslet de senden (bir şey) istemeye itiyor beni.

(Rabbim,) Yerine getirmediğim, getirmekte ağır davrandığım emirlerine, tereddüt etmeden işlediğim yasaklarına ve şükrünü eda etmekte kusur ettiğim nimetlerine bakınca, senden (bir şey) istemeye utanıyorum. Sana yönelenlere, hüsnü zanla dergâhına gelenlere olan lütuf ve fazlını görünce de, senden istekte bulunmaya cüret ediyorum. Çünkü, senin bütün ihsanların bir lütuf, bütün nimetlerin karşılıksız bir bağıştır.

Ey mâbudum, şimdi ben, zilletle boyun eğmiş bir halde izzet kapının önünde durmuş, çoluk çocuğu çok, fakr-u zaruret içindeki biri gibi utanarak senden (lütuf ve merhametini) dileniyorum ve itiraf ediyorum ki, bana ihsanda bulunduğun zaman sana karşı gelmemeye gayret etmekten başka bir şey yapmış değilim ve hiçbir zaman da senin lütuf ve fazlından mahrum kalmamışım.

Şimdi ey Rabbim, katında kötü şeyler kazandığımı ikrar etmek, bana bir yarar sağlar mı? Çirkin işler yaptığımı itiraf etmek, beni senden (senin azabından) kurtarır mı? Yoksa, bulunduğum durum itibariyle gazabını mı hakkettim?! Yoksa seni çağırırken gazabınla mı cevap vereceksin?!

Seni tenzih ediyorum! Tövbe kapısını yüzüme açık bıraktıktan sonra senden ümit kesmem. Aksine, günahları büyük, bahtı dönmüş, amel zamanının bittiğini, ömrünün sona erdiğini görüp senden kurtulamayacağını, senden kaçamayacağını anlayınca, tertemiz bir kalple sana dönüp ihlasla tövbe eden, sonra da karşında eğilip bükülerek, başını aşağı salarak, korkudan dizleri titreyerek gözyaşları suratını ıslatmış bir halde kısık bir sesle seni çağıran, sana yalvaran, kendine zulmetmiş, Rabbinin saygınlığını küçümsemiş hakir bir kul gibi; “ey merhametlilerin en merhametlisi; ey merhamet arayanların yöneldiği en merhametli zat; ey mağfiret dileyenlerin etrafında dolaştığı en şefkatli Zât-ı Kibriya; ey affı cezalandırmasından çok olan; ey rızası gazabından bol olan; ey güzel affıyla yaratıklarına minnet koyan; ey kullarını tövbelerinin kabul olacağına alıştıran; ey kötülerin tövbeyle ıslah olmalarını sağlayan; ey kullarının az amellerine razı olan; ey onların az amellerine çok mükâfat veren; ey dualarına icabet etmeyi onlar için tazmin eden ve ey lütfuyla onlara en iyi ödülü vereceğini vaad eden (yüce ALLAH)!” diyerek seni çağırırım, sana yalvarırım. Çünkü ben, sana isyan edip de bağışladığın en isyankâr, mazeret gösterip de mazur gördüğün en kötü ve tövbe edip de tövbesini kabul ettiğin en zalim kişi değilim.

Buradan sana yönelerek, kaçırdığı fırsatlara pişman olan; devşirdiği günahlardan korkan; yaptıklarından utanç duyan; senin indinde büyük günahı affetmenin büyük bir şey olmadığını, bunun sana göre kolay bir iş olduğunu, hadsiz hesapsız suçlara göz yumabileceğini bilen ve sana en sevimli kulun; sana karşı büyüklük taslamayı terkeden, günahlardan sakınan ve sürekli bağışlanma talebinde bulunan kul olduğunun bilincinde olan biri olarak tövbe ediyorum.

(Ey Rabbim,) Büyüklük taslamaktan, günahlara devam etmekten sana sığınırım. Kusur ettiğim hususlarda senden bağışlanmamı dilerim. Âciz olduğum, güç yetiremediğim konularda senden yardım isterim.

ALLAH’ım, MUHAMMED ve âline salat eyle ve üzerime farz ettiklerini bana bağışla; hakkettiğim cezalandırmalarından beni kurtar; günah ehlinin korktuğu (cehennem azabı)ndan bana güvence ver. Çünkü sen, af ile dolusun; mağfiret için umulansın; bağışlama ile tanınmışsın; hacetimi senden başka kimseden dilemem; günahımı senden başka bağışlayacak olan yoktur. Her türlü eksiklik sıfatından münezzehsin sen. Senden başka kimse bana zarar veremez, senden başka kimseden korkmam. Hiç şüphesiz, sen takva ehlisin; mağfiret ehlisin. MUHAMMED ve âline salat eyle ve hacetimi gider, dileğimi kabul et; günahımı bağışla, korkumu güvene çevir. Hiç kuşku yok, sen her şeye kadirsin ve bunlar sana pek kolaydır.

Âmin, ya Rabbe’l-âlemin.”…….Seyyidü'l-Sacidin Zeynelâbidîn (Radıyallahu Anhüm)

4.12.18

Ey insan!


yıldızlardan insana ile ilgili görsel sonucu..Madem şu Kâinat Sahibinin böyle bir ilmi vardır. 

Elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir; hikmet ve rahmetinin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. 

Ey insan! Aklını başına al, dikkat et: Nasıl bir Zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!..............Mektubat

1.12.18

San'atlı bir eser, san'atkârı icab eder..


San'atlı bir eser, san'atkârı icab eder....Bedîüzzamân

28.11.18

Merkez-i Muhabbet A.S.M




"Allah'ım,Senin Habibin,benim perişan ve kararmış kalbimin nur kandili Muhammed'e,gerek muhabbetle,gerek şefkatle,gerek hüzünle,gerekse mesruriyet ve memnuniyetle ile döktüğü gözyaşlarından ıslanan kirpikleri sayısınca salât ve selâm eyle..Âmin



.

23.11.18

Ey insan!


Fâtır-ı Hakîmin senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet şudur ki:
Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi "of, of" deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.

Mesnevi-i Nuriye Zühre

21.11.18

Ey biçare insan!


…Biz dahi Kur'ân namına diyoruz ki: Ey biçare insan! Aklını başına al, ehl-i dalâletin vekilini dinleme. Eğer onu dinlersen hasâretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.

Senin önünde iki yol var: Birisi, ehl-i dalâletin vekilinin gösterdiği şekavetli yoldur. Diğeri, Kur'ân-ı Hakîmin tarif ettiği saadetli yoldur.

İşte, o iki yolun pek çok muvazenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde gördün ve anladın. Şimdi, makam münasebetiyle, binde bir muvazenelerini yine gör, anla. Şöyle ki:

Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor.

Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü, zayıf ve âciz beline yükletir. Çünkü, insan Cenâb-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit, insan, gayet derecede âciz ve zayıf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup,bütün sevdiği ve alâka peydâ ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında gayet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile, nihayetsiz elemlerle ve emellerle faidesiz çarpışır ve hadsiz arzuların ve makàsıdın tahsiline, semeresiz, boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yükleyemediği halde, koca dünya yükünü biçare beline ve kafasına yüklenir. Daha Cehenneme gitmeden Cehennem azâbını çeker.

Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azâbı hissetmemek için, ehl-i dalâlet, iptal-i his nev'inden gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman, kabre yakın olduğu vakit, birden hisseder. Çünkü, Cenâb-ı Hakka hakikî abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki, o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanları, hayatına karşı tehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde, her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor…………….Sözler

19.11.18

Hz. Muhammed A.S.M

gül muhammed ile ilgili görsel sonucuEy… Rehber-i külli

Ey… Sultan-ı levlak;

Senin ile sevmek mahbub-u hakikiyi

An şart imiş..

O’nun sevmesinde sana benzemek var imiş…
...

14.11.18

Ey insan-ı müştekî!


Ä°lgili resimEy insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ...

Ey nankör! Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücut mertebelerine mukàbil şükretmeyerek, imkânât ve ademiyat nev’inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden, bâtıl bir hırsla Cenâb-ı Haktan şekvâ ediyorsun ve küfrân-ı nimet ediyorsun?

Acaba bir adam, minare başına çıkmak gibi âli derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: “Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım?” diye şekvâ ederek ağlayıp sızlasın ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfrân-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder; divaneler dahi anlar.

Ey kanaatsiz, hırslı ve iktisatsız, israflı ve haksız, şekvâlı, gafil insan!

Kat’iyen bil ki, kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasâretli bir küfrandır. Ve iktisat, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır.

İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa kanaate alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen, “Yâ Sabûr” de ve sabır iste, hakkına razı ol, teşekkî etme.

Kimden kime şekvâ ettiğini bil, sus. Herhalde şekvâ etmek istersen, nefsini Cenâb-ı Hakka şekvâ et; çünkü kusur ondadır.

Mektubat

7.11.18

Cüz-i iradeden dahi vazgeçip, işini irade-i İlahiyyeye bırakmak..

Yâ Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için 
cihât-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Mânen bana denildi ki: "Yetmez mi dert, derman sana." 

İşte şu altı cihette ünsiyet ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil, benim elimde bir cüz-i ihtiyarîden başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele edeyim. 

Halbuki o cüz-i ihtiyarî denilen silâh-ı insanî hem âciz, hem kısadır. Hem ayarı noksandır. İcad edemez. Kisbden başka hiçbir şey elinden gelmez. 

O cüz-i ihtiyarînin meydan-ı cevelânı, kısacık şu zaman-ı hazır ve bir ân-ı seyyaldir. 

İşte, şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber, altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken, kalem-i kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller âşikâre bir surette yazılmıştır, mahiyetimde derc edilmiştir. 

Belki dünyada ne varsa, nümuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum. 

İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir. 

Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir. 

Halbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır. 

Demek, fakr ve ihtiyaçlarım dünya kadardır. 

Sermayem ise, cüz-i lâyetecezzâ gibi cüz'î bir şeydir. 

İşte, şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak tahsil edilen hâcet nerede? Ve bu beş paralık cüz-ü ihtiyarî nerede? Bununla onların mübayaasına gidilmez, bununla onlar kazanılmaz. Öyleyse başka bir çare aramak gerektir. 

O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyarîden dahi vaz geçip, irade-i İlâhiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakkın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. Yâ Rab! Madem çare-i necat budur; Senin yolunda o cüz-i ihtiyarîden vaz geçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum. 

Ta, Senin inayetin, acz ve zaafıma merhameten elimi tutsun. Hem, ta Senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın. 


Cüz-i iradenin mahiyetini evsafıyla üstadımız 17.nci sözde izah etmiş ve Risale-i Nur'un; 30.ncu söz "ENE BAHSİNDE" insan irade ve iktidar hissinin mahiyetinden de söz edilmiş. 

Ayrıca, 26.ncı söz KADER RİSALESİNDE imtihan içersindeki sorumluluk ve fiil dairesi beyan edimiş. 

İşaret-ül İ'caz mühürlenen kalplerde, müreccih ve tercih manalarında ki mahiyeti küfür içersindeki efali, ve irade-i külliyenin talebe taalluku gibi izahlarla İrade-i meydan ve meyalanı belirtilmiş... 


Mahiyetinin külli izahı ile anlaşılan şu ki; bu hadsiz ihtiyaç karşılığındaki hadsiz zaaf iradi olarak irade-i cüz-iyi terki iktiza ediyor... 

Yine bu sözün devamında, yok yokun varlığında... Kendinden geçmekle varlıkta var olmanın ehemmiyeti gösteriliyor. 

Bize bakan cephesi ise; Bu derslere olan muhatabiyetimiz noktasındadır. Ve ihtiyacımızın iştiyakıyla ve şevkine olan şuurumuzla istifade etmeye kanaatimizle manalar dahada anlaşılır. 

Cüz-i İrade bir meyl-i husussidir. İnsanın istemesine, daire-i imtihanda adaletli ve hikmetli fıtri, varlığıyla yokluğu belli olmayan bir kanundur. 

Bu mahiyet imam ve itminan ile ya halıka veya halka rucu ettiğinde mahiyeti değişik görünür. Halıka olan meylinde; Böyle mutlak bir acz, böyle bir kudrete kendi havl ve kuvvetinden vaz geçerek istinad ve istimdadı iktiza eder.Bilerek ve görerek şuhudi olan imanın muktezası budur. 

Bediüzzaman hazretleri, İrade-i cüziyyesini kullanmadan terk etmiyor. Dikkat edersek altı cihette onun penceresinden; geçmişe, geleceğe ve hakeza bakıp, irade-i cüziyyenin mahiyetini ilmen, yakinen, hakkan idrak ederek, irade-i Külliyenin Rahmet kapısına tevdi ediyor. 

Şimdi bu tarzda bir fikri ve ilmi tasarrufu istimal etmeden, bu manaya nufuz mesaisini yapmadan ve teveccüh mahiyetini almadan; Ben irademden vaz geçiyorum denildiğinde, iradi varlığımızı ortaya koymuş oluruz. İçinde bizimde olduğumuz bir mana, yokluk manası olmayacağından, luzumsuz ifadelerden başka birşey olmaz... 

İrade-i Cüziyye ve İrade-i Külliye; Tecalliyat-ı Esma ile Meyelan-ı beşeriye dairesinde hallakıyetin ve imtihanın en hareketli müessesesidir. 

Halka raci olan kısmı 30.NCU SÖZ penceresinden göründüğü gibi müthiş hatalar ve felsefi ve şedit zulümları netice verir bir meyelan-ı habisedir. 

Kısaca; Kendi mahiyetinde derc edilen, acz ve fakr, ihyaç ve zayıflığı, ilmen fark eden insan; iman-ı tahkikiyle de Rabbi Rahiminin marifet nurundan istifade ettiğinde, bendilikten Allah'a firar etmesi, hem kendi hakikatinin gereğidir, Hem de İmanın tezahür ve kanat cephesinde fiilinin elzem-i zarurrisidir. 

17.NCİ SÖZ, Cüz-i İradenin muazzam teslim ve tesellüm usulünü gösterir. Ve Risal-i Nur, Tevhidin mertebelerini ders verirken; İstifade, kanaat, itminan, itimat, istimdat, istinad gibi fıtri ve vicdani yapıyı ele alarak uygular. 

İnsan fıtratını manevi yapısı binler alemlerle bağlıdır. İman bu alemleri hem keşif eden hem mahiyeti gösteren nurdur. 

Bu manevi irtibat ilmin ve marifetullahın aleme girmesiyle diğer karanlık noktarın da aydınlatır keyfiyettedir. Maddi alemde olduğu gibi manevi alemde de herşey herşeyle bağlıdır. 

Cüz-i İradenin İmanı Billah Meyline İman. Ve İman marifetullahı netice verdiğinden ve marifetullah meyli, Muhebbetullahı netice verir. Allah'ı tanıyan ve seven Kendi iktidarıyla, kainatta duruyorum zannıyla yaşaması ne garip olur. Ne kadar çelişkidir. 

İnsan ayinesini nereye çevirirse oradaki görüntüyü alır. Üstadımız; MESNEVİ-İ NURİYEDE kısmen değindiği, İnsanın doğumundan ölümüne kadar olan sürede -Lahavle vela kuvvete illa billaha- olan ihtiyacı fıtrısinden bahseder. 

"Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimat etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez." 

Terk etmek için o kadar sebeb varki... 

Allah (C.C.) bilerek, şahit olarak, hakikaten bizi emaneti teslim edenlerden eylesin... 

ALTINCI SÖZ'DEN.. "Beşinci hasâret: 

Hayat-ı ebediye esasatını ve saadet-i uhreviye levazımatını tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i Rahmâniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir. 

Şimdi satmaya bakacağız. Acaba o kadar ağır birşey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar? 

Yok, kat'a ve asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli. 

"Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin" demeli ve Ona yalvarmalı. 

Selam ve dua ile

2;

İnsanın gözünün gördüğü ve elinin tuttuğu,fikrinin hayalinin ulaştığı her yerle ilişkisi var.Kainat sabit kanunlarla durmuyor. 

Her halk edilmiş mahlukat masnuat mevcudat,bir ilanname hükmünde.Maddi vucutları gibi,niyet nazar ve manayı harfi ve manayı ismi ile de manevi vucutlarının neşri var. 

İnsan kainata karşı duruşu ile,istidadına göre o alemden,onun marifet ayinesine manalar aks ederler.İnsanın benliğinin rengine göre de görünürler. 

İşte bu büyük sahifeye;hem fikir ile hem hayat ile duran insan,bu azim mecmuada hayrete ve dehşete düşmemesi mümkün değil. 

Burada Allah'ı tanımakla tanınmak arasında şuuri bir ilişki var.Ve bu ilişkide bir kanundan diğer bir kanuna intikal,bir tecelliden diğerine bir firar söz konusu. 

İlim bilmekle yaşamanın en suhuletli yolu...Herşey öyle yerli yerinde ki.Bu bizlerin aynasının kabiliyetiyle renklenen sentezde elbette karanlık noktalar olacak. 

"Siz ne yaparsanız yapın Din muhakkak galip gelecektir"Hadis olarak hatırımızda kalmış.İnsanın acizliği ile Dinin mükemmelliğini gösteren harika bir mirat... 

Bundan dolayı;İnsan yapabildiğinin en güzelini yapmaya ve yapamadıklarına büyük niyetlerle ulaşmaya çalışmalı... 

Alemde ne varsa ve elin ve fikrin neye ulaşıyorsa,bilmek için dokunmak cesaretle sorgulamak gerekiyorki;o manalar bize açılsın... 

"İnsan samimiyetle ne isterse Allah verir"diyor Bediüzzaman.İlmin talibi Rahmanın talibidir diyor Peygamberimiz... 

Bu müjdelerle hayata ümidle hayata iştiyakla sarılmak ve sonsuzluğun müdakkik sevdalısı olmak gerekiyor. 

Talep etmek istemekle çok kapılar açılır.Çalmanın adabını edeple ve rızayla yerine getirebilene Allah Muin'dir Muin olur. 

Bütün keşf ettiğimiz kabileyetlerimizle,Alemde var olanlar arasında hayattar bir ilişki var.Bu sebeple cüz-i irademiz bizi aczin kapısına götürür.Acz kapısında fakrın ve ihlasın edebiyle durduğumuzda,kapı açılır.Mesele bize verilen cihazatı kullanmakla,mükemmelliği görmek ve emaneti sahibine vermektir. 

Altıncı ve Otuzuncu Sözler bunların muazzam izahını yaparlar.Otuzuncu sözde benlik rasatını kullandıktan ve marifet manasına ulaştıktan sonra teslimat"LEHÜLMÜLKÜ VELEHÜLHAMDÜ VELEHÜLHÜKMÜ VEİLEYHİ TURCEÜN"Şeklinde ifade edilmiş. 

Kabiliyetlerimizi ve cüz-i irademizi Rabbimizin istediği gibi kullanacağız.Zaten ister istemez bunları bizden geri alacak..İşlemiş olarak vermek daha güzel olur İnşallah.. 

Feryat gibi görünen şeyler hakkında Üstadımız "İşlemek neşesinden gelen nağamattır"diyor.Ve Allah'ın hayat emirlerine itaat eden ve o itaatte telef olan ve zahir nazardan gizlenip ebedi vucudu ve nuru kazanan nice varlıklar var. 

Yaşamak bir niyet ve nazar işi olduğu gibi ilim de sual ve duadan mürekkep bir macun-u nuranidir... 


Selam ve dua

Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pek çoktur

Zeyl


[Bu küçücük Zeylin büyük bir ehemmiyeti var; herkese menfaatlidir.] 


Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarîkatlerin bâzısı bâzısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır. 

Yukarıda ifade ettiği gibi İnsanların Rablerinin rızasını umarak ona ulaşmakta izledikleri çeşitli yollar vardır..Bu yolların hak olanları ..kendi meslek ve meşreplerini usullerini Kur’an dan çıkarmışlardır..Yani Allah’ı CC zikretmekle ilgili bir ayeti..Tesbih etmeye emirle başka bir Kandili yollarına asarak o nur ışığında istikamet aramış..ve işleyerek istihdam olunmayı fiilleri ile dua olup istemişler…

Bunların izledikleri yollar içinde bazısı bazısından daha kısa ve daha genel oluyor diyerek Üstadımız Bediüzzaman kendi bulduğu tariki yolu izah ediyor diyor ki;

“O tarîkler içinde, kâsır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz(Güçsüzlük, kudretsizlik.)ve fakr(Fakirlik, ihtiyaç, yoksulluk, azlık, muhtaçlık.)ve şefkat(Karşılıksız, samimi sevgi besleme; başkasının kederiyle alâkalı olma, acıyarak merhamet etme.)ve tefekkür(Düşünmek, derinlemesine, inceden inceye düşünme, fikretme.)tarîkıdır.
yoludur diye söylemiş…

Mananın içeriğini özelliğini anlatırken;

Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsâl eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsâl eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsâl eder.

Tarikatlarda kalp ile edilen yolculukta en üstün görünen yürüyüşün aşk olduğu demi vardır..Bediüzzaman diyor ki;

Acz dahi ,aşk gibi, belki daha elsem yani ,Daha selâmetli ve sağlam bir yoldur ki,kulluk ibadet etmek tarikiyle mahbubiyete yani sevilecek bir hale gelmeye ki bir yerde demiş”insan için en büyük matlap dilek Allah tarafından sevilmesidir”meyanında ifade etmiş..diyor acz yoluyla ubudiyet insanı bu sevimli hale getir,Rabbine sevdirir…

Fakr dahi;Rahman ismine îsâl eder..

Yani,Sonsuz merhamet ve şefkatle bütün varlıkları rızıklandıran Allah’a CC’ye ulaştırır.Çünkü;Rahman isminin ihtiva ettiği merhamet ve şefkat muhtaç olanlara vermek onları nimetlendirmek ister..Bu muhtaciyeti bilen ve teskere ile o Rahmete iltica edenin eli boş dönmez..Daire o ihtiyacı karşılamak için mütecellidir…

Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki, Rahîm ismine îsâl eder.

Yani,Sonsuz merhamet sahibi Allah’a CC ulaştırır..Çünkü Şefkat Rahimiyetin bir tecellisidir..Denilmiş merhamet eden merhamet bulur..Hem hakikaten Rahmaniyet ve Rahimiyetin ihatası mahlukatı o nazardan sevimli hale getirmiş..Bu cilve-i hakikati okuyan ve münasip davrananlar mazhariyetlerini bilerek yapmaya şuurlu kulluğa çevirirler ki bu büyük bir nimettir..Çünkü Bilenle bilmeyen bir değildir…


Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsâl eder.

Yani,Düşünmek, derinlemesine, inceden inceye düşünme, fikretme,aşk gibi belki daha zengin parlak geniş bir yol demiş…Tarikati kendi bulup gösterdiği yola kıyaslarken..Dört hatvede de aşk ile kıyaslamış..Çünkü tarikatta esas olan bu kaide-i kalbiye ve hal-i muhabbete mukabil..Aklın mahiyeti insaniyenin kalp ve ruhun ittifak ederek kabiliyet bütününde bir yürüyüşü tanzim etmiş..Ve tefekkürün;Herşeyi gaye ve faydalarla yaratan Allah’ın CC Hakîm ismine getirip göstermesinin geniş alanına işaret etmiştir.Çünkü Hakîm bir tecelli vahdani bir ihatadır..Herşeyde bir hikmet vardır..herşey kadar geniş bir penceredir…Hem Rabbimiz bunu emretmiş hem farzlar içine girmiş ki;Aklı hikmet içinde hikmetli olan eserleri temaşaya davet eder..


Şimdi bu davet ve hikmet kendini gören gözlere..Maşaallah sübhanallah barekellah Allahuekber ve Lailaheillallah, Lailaheillahu gibi..hem hakikat hem evrad hem tesbih hem tekbir hem tehlil hem tahlil gibi vazifei fıtrat olan ahvale sahibini şuuren taşır…

Evet;


Şu tarîk, hafî tarîkler misillü, "letâif-i aşere" gibi on hatve değil; ve tarîk-ı cehriye gibi "nüfûs-u seb'a," yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki Dört Hatveden ibârettir. Tarîkatten ziyâde hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Şu yol,gizli tarikler benzer şekilde “"letâif-i aşere" en kısa manasıyla On latif duygu. (Kalp, ruh, sır, hafâ, ihfâ,toprak, su, hava, ateş, nefis.) biraz daha geniş alırsak;

On lâtif duygu. On adet lâtifeler. (Letaif-i aşere; İmam-ı Rabbani, kalb, ruh, sır, hafi, ahfa, insanda anasır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasib bir lâtife-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülukta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiş. Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i camlasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hatta hükema ve ulema-i zahiri dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahire, havass-ı hamse-i batına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar. Hatta avam ve havas beyninde taarüf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikin letaif-i aşeresi ile münasebettardır. Meselâ vicdan, a'sab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaifden başka saika, şaika ve hiss-i kabl-el vuku gibi çok letaif var…………………

Evet devam edelim İnşallah;


Bu söylenen latifelerüzerinden değil,ve tarik-i cehriye denilen “yürüyüşü gizli ve içten evradları ile olan tarikatlar gibi değil,virdleri sesli ve aşikar olan tariklerdir bunlar ise,NÜFUS-U SEB`A denilen,Yedi çeşit nefis. (Nefs-i emmâre, nefs-i levvame,nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i râdiye, nefs-i mardiyye,nefs-i sâfiye gibi nefis üzerinde işleyerek yoluyla menzillerine giderler..Bunlar gibi yedi mertebeye atılan adımlar da değil..sadece dört hatvedeniyani dört adım ve kısımdan ibarettir..demiş…

Evet;

Tarîkatten ziyâde hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Yani; Tarikattan ziyade hakikattir şeraittir derken,Doğru yol, hak din yolu; İslâm dini, İslâm`ın bütün hükümleridir..Şeriat ahkamı ilahiyenin bütünü anlamına geldiğinden Allahın CC bütün marziyatını ifade eden..kainatı en hakikatli yönüyle hadisat ve akibet tarif eden ve ölçüleri Resulallah ASM talim ettirilen yüksek hakikatlerin hayattar bütünlüğüdür…Kanun neredeyse hükmün varlığı oradadır ve Hükme ve emre Hâkim olan Hâkem-i hakem hikmeti ile oradadır…Dolayısıyla bu manaya muttali olan bir nazar şeriat dairesinin genişliğinde bir manaya, hakikaten,ilmen,yakinen vb. istidadınca vasıl olur…

Sonra diyor ki;

Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

İnsanın aczini ve fakrını kusurunu Allah’a göstermesi demektir..Yoksa kendisine hiçbir fayda sağlamayacak hatta onlara yapılsa riyakarlık olacak perişaniyet sebebi meydana getirecek olanlara değil..Havl ve kuvvet rahmet ve merhametiyle yarattıklarının yanında olan Rablerine göstermektir ki..maksad ve arzuları yerine gelsin..getirilsin..Çünkü Allah kadirdir kudret sahibidir..Her mahlukun un ihtiyacını verecek kudret ve rahmete sahiptir…Öyleyse en yerinde ve mutlak istikametli hareket Mabud ve malikine müteveccih olmaktır..Kusuru ancak affedecek olana göstermek kurtuluş dilemektir…..

Evet demiş;


Şu kısa tarîkın evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihâtı yapmaktır.

Yani bu tarik diye ifade ettiği yolda ki evrad yani okunacak şeyler mahiyet-i sünnetin hakikatı ile onlara ittiba etmek uymaktır yapmaktır..Farz olan ibadetleri yerine getirip,günahları terk ederek,namazı usulüne uygun tâdil-i erkân ile kılmak ve tarikat-ı Muhammediye ASM denilen ,habibin SAS yolunun virdi mübareki ve hakikati evradiyesi olan otuz üç Sübhanallah, Elhamdulillah, Allahuekber ile duadan sonrada otuz üç Lailaheillallah olan tesbihatı yapmaktır..demiş..
Adımları sıralarken;

Birinci hatvede ; Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32.) âyeti işaret ediyor. 

İkinci hatveye ; Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. (Haşir Sûresi: 19.) âyeti işaret ediyor. 


Üçüncü hatveye ;Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.) âyeti işaret ediyor. 


Dördüncü hatveye; Her şey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.) âyeti işaret ediyor.


Deyip;


Şu Dört Hatvenin kısa bir izahı şudur ki: 

Birinci Hatvede, Nefislerinizi temize çıkarmayın. (Necm Sûresi: 32.) âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîrâ, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez; nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder. Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Ma'bud-u Hakikinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidadı kendi nefsine sarf ederek, “”Nefsinin arzusunu kedisine ma'bud edinip onun her emrine uyan kimse. (Furkan Sûresi: 43.)”” sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. 
İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir. 

Rabbimiz İnsan nefsine koyduğu mutlak özelliklerinde olan acz ve fakrını bilmek hakikatine insanı davet ederken,kusurlu,noksan olan mahiyetini nazara verir..İnsan nefsinde bulunan kendini beğenmek ve kusursuz görmekte bir mana-i hakikatin gölgesi var..ama burada bahsedilen konuda nefsin kendi özelliğinde olan kusurunu ve acz ile fakrını bilerek kendini temize çıkarmaması emredilmiş…Hem insanın huy ve yaratılışında kendini nefsini sevmek var..hatta en evvel bizzat yalnız kendini sever,başka olan her şeyi nefsine feda eder kendinden başka kimseye kıymet vermez.Ve adeta nefsini uluhiyet sıfatlarıyla kendini kusur ve noksandan münezzeh,kusurdan uzak gibi görüp göstermek ister.Noksanlarını hatalarını görmek istemeyerek o eksiklikler kusurlar içerisindeki hallerini kendine layık görmez..kendine bağlılığı ve tapar derecesindeki sevgisiyle savunur müdafa eder…Yaratılışlına derc edilmiş o muhabbet ve marifet cihazlarını kendi nefsinin heves ve anlayış ve lezzetlerine sarf ederek tapılmaya layık görerek,Kendi nefsinin arzularına mağlup olur.kendini beğenir…


Bu mertebede tezkiyesi tathiri yani temizlenmesi, onu temize çıkartmamak, suçluluktan kusurdan uzak görmemektir…

İkinci Hatvede, Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi âkıbetlerini unutturmuştur. (Haşir Sûresi: 19.) dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse, başkasına verir; fenâ ve zevâli görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzûzât makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezâsıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu hâletin aksidir. Yani, nisyân-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yani, huzûzât ve ihtirasâtta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek. 

Allah’ı unutmakla..vazifesinden gayrı düşmekle insan öyle bir kuyuya kendini atar ki bir daha oradan çıkması müşkülleşir…meğerki inayet devam ede merhamet yar ola inayet yol göstere…


Rabbimiz kulumun zannına göreyim buyurmuş..Kulum beni nasıl tanırsa onunla öyle muamele ederim söylemiş..Hem de tanımak ve sevmek nurlarına bir şevk verip gayrete müşevvik bir yol çizmiş…


Burada Allah’ı CC unutmak..O nisyan içinde unutmak yani Allah’ı unutmak gibi dehşetli bir nisyan içinde..hali mucibince muamele görmesi kaçınılmazdır…Unuttuğu için unutulmuşluk işlemine tabi tutulacaktır…hayata yaklaşımı bu pencereden olduğundan..sadece fena ve zevale onun dışındaki her şey olarak yaşamaya çalışır..Ölümü başkalarına taksim eder.Zevali üzerine alınmaz…İnsanda bulunan nefsin mertebelerinden olan nefsi emare..Yani kötülüğü ve vazifesizliği isteyen o mahiyetin,ücret ve zevk makamında kendini düşünmek mahiyetinin muktezasıdır..Bu makamda tezkiyesi tathiri temizlenmesi onun bu kendine meftun,kendinden başka bir şeyi görmeyen yanının karşılığında onun kendine gelmesi diyelim, arzu ettiği şeylerin tersini yapmak…Noksan ve kusurlarını kendinde bilmek..hayatı hakkı hayatıyla çözüp her şeye hikmet nazarıyla bakıp marifet nurlarının çoğalmasına çalışmalıdır…Nefsin unutulması gereken ücret gibi beklentilerde onu unutmaktır…


Üçüncü Hatvede, Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir. (Nisâ Sûresi: 79.) dersini verdiği gibi; nefsin muktezâsı, dâimâ iyiliği kendinden bilip, fahr ve ucbe girer. Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir. Şu mertebede tezkiyesi,Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems Sûresi: 9.)sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir.

Bu ayet-i Kerime muazzam bir hakikati gösterir..Vücüdi olan yani var olan ortaya çıkartılan yaratılan gösterilen bir fayda ve madsada hizmet eden..mutlaka bir hedefi olan..hayata hizmetkar..neticeye hâdim.. sınırlı değil..ebed nuralarını içeren ,hayır güzellik namına bütün her şey Allah’tandır..Bütün iyilikler ondandır..Çünkü bunların meydana çıkması harici bir sebebe bağlı değildir..Allah güzeldir..Demek ki güzellik ondandır..Allah hakîm dir..demek hikmet ondandır..Allah Mahbup’tur..demek muhabbet ondandır gibi..İnsan ise bu icad edilmiş ve hayata ve hayata mazhar olanlara..mevcuda ve vucud bulanlara adilane ve hakîmane hikmet ile hâkimane, kontrolü gözeterek hâkimiyetle..Hakemiyetle ihkakı hak ederek..herşeye hak ettiği nisbetle layıkını mutlak bir ölçü içinde vererek bu alemde harekete cevelena devarana getiren hareketin içinde ..yanlış tercihler ve temaslar..Vazifesizlik ve bulaşıp bulaştırmaklarla bu harika hilkat neticelerini bozar…Dolayısıylada burada ki faaliyetinden de o mesuldür..Ortaya bir şey çıkarmamış,aksine var edileni tahrip etmişlir..O ulvi gayelere yolculuk eden kendi menfaati de içinde olan hadiselere müdahale ederek lehinde olan şeyleri aleyhine çevirmiştir…Rabbimiz kendi buyurduğu gibi..Allah kullarına zulm edici değildirEvet,buyurulduğu gibi; Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir.

Evet,nefsin mahiyetinde mücahede ile terakkisi için bir çok kendine ait olmayan,mahiyetlerini bilmekle asıl ..hüner ve ilim,kudret sahibi tanımak için kıyas kabilinden bulunan ölçücüklerle ona verilen bir çok hissiyat vardır.Onların yanlış kullanımıyla bir çok duygunun yönleri aslından döner ve olmayan bazı halleri kendinde var gibi gösteren hayali bir sahibiyet malikiyet kendinde vehmeder..Tahrip kolay olduğundan ..şerde elde ettiği neticeler ona kendinde bir kudret varmış gibi bir enaniyetli his tahsis eder..O bu şerde olan kabiliyetini her alanda tevehhüm ederek ..noksaniyetini ikmal etmek için adeta..karışmadığı hiçbir yer bırakmaz..


İnsanın noksanlığını bilip o gidermesi..menfaatli şeylere şevki için verilen faydalanmak meyilli hisleri nefsinde bazı mülahazalar kendince değerlendirmelerle yolunu şaşırır..İfade edildiği gibi..iyiliği kendinden bilmek ucba gururlanmaya girmek gibi…Mutlak kemal sahibine iade edilecek ..Yani,üstadımız” Arif” bir idraki mesnevide anlatırken;

"ya ilahi! hasenatım senin atandandır. seyyiatım da senin kazandandır. eğer atan olmasaydı helak olurdum" der.

Hem;

Ve keza, şuurî olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde, şuurun taallûk etmediğinden sâbit olur ki, o fiillerin fâili bir Sâni-i Zîşuurdur. Ne sen fâilsin ve ne senin esbabın... Binaenaleyh, mâlikiyet dâvâsından vazgeç. Kendini mehasin ve kemâlâta masdar olduğunu zannetme. Ve kat'iyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü, sû-i ihtiyarınla, sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedirir; seyyiatın meksûbedir.Binaenaleyh, Mülk Onundur; hamd de Onadır; havl ve kuvvet ise ancak Ondandır. De..buyurmuş…

Evet bu üçüncü hatvede der ki;

Bu hatvede, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemâlâtını, Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd etmektir…

Emaneti bi hakkın kullanıp malikine teslim etmek üzere işlemek..acz ve fakrı ile ihtiyacı ve muhtaciyeti ile bir havl ve kuvvet ayinedarı olmasıdır..Ve o dünyevi ve uhrevi ihtiyaçları kendine verebilecek Rabbi Rahimine Hamd ile mukabele etmeli.Ezelden ebede her türlü hamd, şükür, övgü ve minnet Allah'a mahsustur.demelidir…

Evet,devamında demiş; 

Şu mertebede tezkiyesi,Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems Sûresi: 9.)sırrıyla şudur ki: Kemâlini kemâlsizlikte, kudretini aczde, gınâsını fakrda bilmektir.

Yani onun mükemmel olması ..mükemmel olmadığını bilmekte..kudreti ise azi içinde..zenginliği ise Allah’a karşı olan fakrındadır bilmesidir demiş..yedici sözde geçtiği gibi;

Evet, emr-i Künfeye kün’e (Ol der olu verir yasin suresi 82)mâlik bir Sultan-ı Cihâna acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir?Söyleyerek iman ve tevekkül ile bu intisabın nasıl büyük bir istinad ve istimdat kaynağının nurlu bir dairesidir göstermiş…

Yirmi üçüncü sözden bir iktibasla diğer hatveye geçelim..Orada demiş;

İşte insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir sanatıdır ve en nâzik ve nâzenin bir mucize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misâl-i musağğar sûretinde yaratmıştır. 
Eğer, nur-u imân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani,"Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım”gibi mânâlarla, insandaki sanat-ı Rabbâniye tezâhür eder. Demek, Sâniine intisabdan ibâret olan imân, insandaki bütün âsâr-ı sanatı izhâr eder. İnsanın kıymeti, o sanat-ı Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye itibâriyledir. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur. İfade edilmiş…

Dördüncü Hatvede, 
Her şey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. (Kasas Sûresi: 88.)dersini verdiği gibi; nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ eder.

Evet;Bütün halk olunanlar helak olacaklar…Mevt inhilal ve inhirafla her şey aslına rucu edecek..Bir tek Allah bakidir..Ve ancak onun bekasıyla beka buluna bilir..Bekaya mazhar olanlar bakileşir…Nefsin mahiyetinde derc edilmiş kendini bizzat müstakil yani bağımsız bilmesi bizzat kendisinin varlığını kabul etmesi gibi hissiyatlarla kendine ait bir nevi Rablik iddia eder…Bu öyle bir güçlü his halini alır ki..demiş; Ma'buduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır.Kendi yaratanına karşı düşmanlık taşır..Çünkü kendini bağımsız bilmekle ortaya çıkan olmayan rububiyet..üzerinde onu gözleyen bir nazarı kabul etmez…Hem Uluhiyet ve Rubibiyetin birlik hassasiyetinin idraki için nefse takılmış bir hissiyattır..Yukarıda da söylenmişti yanlış kullanımıyla kendi başını belaya sokacak çok sorumlu ve uğursuz bir haldir…

“Bu hatvede geçen noktalar ve hakikatler Otuzuncu sözde yoğun bir şekilde ele alınmıştır..nefsin mahiyetinde olan enaniyet be onun ayinedarlığı gibi ciddi hakikatler en ince esrarına kadar ifade edilmiş…”

Evet bu düşmanca isyanı taşır..İşte eğer tezkiye ve terbiye edilmezse çok mesuliyetli neticelerde meydana getirmekle..bir tahripkar düşman kesilebilir…Her fırsatta bu zehrini kullanacak zeminleri arar..Enteresandır..İmanla küfrün ortası olmadığından nihayetsiz yükselmek ve alçalmak istidadı insanda bulunduğundan..bu düşmanlığı şuurla istimal edenler cinayetlerinden kolay vaz geçmiyorlar..Ve kalplerinin hak ve hakikati anlamaya karşı mühürlenmesi neticesinde ebediyen bu düşmanlıklarının karşılığını buluyorlar…O nedenle insan hatalarına karşı, kusurunu bilmekte onlara tövbe edip bir daha işlememek gayretinde bulunmalı ki bu vazifesizlikle kuvvetlenen düşmanlık hissiyatı günah penceresinden içeri girip..tövbesizlikle neticelenip bir adavet damarını güçlendirmesin..O nedenlede Tövbeye çokça davet edilir ki..insan bu noksanlık ve hatalarının ümitsizliği altında nefsine şeytanı dinlettirip..yeisle kendine helaket kapılarını açmasın..Allah Gafur Rahimdir der..O itiraf ve sığınma alemini ona açar ki..ziyan olmasın…

Evet;

Ma'buduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır.
İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki:

Diyerek üstadımız reçeteyi vermektedir; 

Her şey nefsinde mânâ-i ismiyle fânîdir, mefkuddur, hâdistir, mâdumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sâni-i Zülcelâlin esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibâriyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur. 

Evet Herşey mânâ-i ismiyle fânîdir..yani; Bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsıyla geçicidir,yoktur,sonradan olmuş yaratılmıştır.Mevcud değildir.Ölüdür…
Fakatmânâ-i harfiyle.. yani;Birşeyin Yaratıcısına bakan, onu târif eden ve tanıtan mânâsıyla ve Sâni-i Zülcelâlin isimlerine ayinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle görendir görünendir şahitlik edendir var edip vucuda getirilmiştir..O cihette mevcuddur…Ayinedar olduğu Zat-ı Zülkemale mana-i harfiyle aldığı vaziyet..İsim ve sıfatlarına vazifedar mühim bir mahiyet olarak onu O’nun varlığında baki kılar..dediği gibi üstadımızın..Sermedi bir cemal zail geçici bir müştaka razı olmaz..Bakinin ayinesi bakidir…


Evvel mana-i ismiyle..kendi zatında aciz miskin olan insan vehmi olarak kendini kandırsa ve itimad edse ne kadar büyük bir neticeyi kaybeder..O süfliyat içinde mesuliyetini bedbaht ruhuna yükletir ve cehenneme gider gitmeden öncede o azabı çeker…

Evet üstadımız diyor ki;

Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakikiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziyâ-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve firâklar içinde bulunur, boğulur.

Kendine güvense Yaratanından gaflet etse o hakiki mücidini görmese kainat kadar bir karanlık içerisinde kalır..Oysa onun kendini var bilmesinde kendinde bir kudret tevehhüm etmesinde bir yokluk..kendini ise yok bilmesinde bir vücut nur vardır…Işık böceği çok harika bir misaldir..Hayata mazhar olmak adilane imtihan şartlarına karşı kabiliyetin cihazlanması demektir..İnsan gölgeler üzerinden asıllar alemine gidecek bazı fenerlerle yolculuğa çıkar..Cüz-i ilim ve cüz-i kudret külli olan ilim ve iradeye havl ve kuvvete işaret eden bazı lem’alardır..mana-i ismiyle ışığı o vücüda münhasır sınırlıdır..Işık böceği gibi..Kendinde bir nebze aydınlık olan o ışık..onu üstadımızın ifadesiyle kendinin dışında her şeyi karanlık içinde bırakan bir mahiyettir..İnsanda o numune hislerine güvense..bütün mevcudatı karanlık içinde bırakır ve o da o varlıklardan gafir başka bir yalnızlık hatta mevcudat kadar kalabalık ve manidar alemlerden yalnız kalır…

Evet diyor ki üstadımız;

Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikinin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîrâ bütün mevcudât, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, her şeyi bulur. 

İşte kendine güvenmeyi bıraksa..kendine mana-i harfiyle sahibi namına baksa..Nefsinin o nakıs ve küçük özellik ve ölçüleriyle onu ve bütün mevcudadı halk eden Rabbinin mükemmelliğine ayinedar bir özellik olduğunu derk etse anlasa ve görse..bütün mevcudatın varlığı kadar bir varlıklılık kazanır..Zira bütün mevcudat Halık-ı Küllişey’in isim ve sıfatlarının ayinedarları ve onu gösteren eserleridir..Mana-i harfiyle yaratıcısı namına bu alemle münasebet kuran bir insan kainatın yaratılışındaki asıl maksadı da bulmuş olur..O nimet-i keşf onu asıl Malik’inin Rızasına taşır..Onu bulan her şeyi bulmuş olur..Çünkü her şey onundur…dediği gibi üstadımızın hatta çok söylediğinden bir yerde ifade ettiği gibi;

Eğer Allah'ı buldunsa, bütün eşya senindir, gör. 
Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen, Onun mülkü senindir, gör. 

Evet Mesnevi-i Nuriye den şu münacat-ı harika ile bu dersimizi bitirelim;

İ'lem eyyühe'l-aziz! Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır. 
Feyâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetim, hâcetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem, fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re'sülmâlim, emellerimdir. Şefîim, Habîbin (aleyhissalâtü vesselâm) ve rahmetindir. Af eyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! Âmin. 



Evet Üstadımız bu hatime ile dersi hülasa ederek demiş;

Hatime


Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahâtı, hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur'ân'ın hikmetine dâir olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki: 
Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü, dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbub-u Hakikiye gider. 

Risale-i Nur mesleki hakikisinin yürüyüş adımlarını üstadımız zikrederken..Risale-i nur’u işaret ediyor..Bu ders için bu derse kadar olan dersleri örnek göstererek..Bu yol daha kısadır.Çünkü dört adımdır der..İnsanın aczi elini nefisten kendinden çekse..o aczi adeta kurtuluş bulur..kendi havl ve kuvveti aciziyetinden kurtulup Kadir-i Zülcelalin dergahına sonsuz bir kuvvet kapısına gider..İhtiyacın sonsuzluğu penceresinden o ebedi muhtaciyetin envaı onu ve alemini sonsuz ihsan itminan dairesinde istihdam eder…


Halbuki aşk..kendinden elini çeker fakat güzellik envalarının çeşitliliğinin çokluğundan başka şeylere mecazen o muhabbetini verebilir..Onun faniliği ve başka bir güzelliğin mir’atı olduğunu derketmekten sonra yüzünü mahbubu hakikiyesine dönebilir..Fakat aşkın mahiyetin bir muhabbet itminanı vardır..Yani bir nevi sekri bir hal olduğundan daire-i ihtiyaçta vaz edilen kudretin geniş levazım dairesini pek göremez..Vusulu sadece kalbi bazı hassalarla olduğundan çok tezahür eden esma ondan gizlenir..Dolayısıyla vasıl olsada vusulu nakıs olur…
Evet;

Hem, şu tarîk daha eslemdir. Çünkü, nefsin şatahât ve bâlâpervazâne dâvâları bulunmaz. Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin.

Hem bu yol daha selametli ve sağlamdır..Çünkü fikrin ve aczin kendinden geçip..o manevi sarhoşluklarla pervasız iddiaları bulunmaz..Çünkü nefsin mahiyeti acz ve fakrden mürekkep muhtaç bir mahiyettir…Risale-i nurdaki marifet müvazeneleri..Kul ile Seyidi ararsındaki münasebeti tesis eden haddi müessis dersleri bu hakikati gayet geniş edebi nezihanesinde ders vermektedir..bütün meselesi buna şahittir…değişik yerlerde izah edilmişliğine havale edilir…
Evet;

Hem, bu tarîk daha umumi ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü'l-vücud gibi, huzur-u dâimî kazanmak için idâma mahkûm zannedip, “Ondan başka mevcut yoktur.” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü'ş-şuhud gibi, huzur-u dâimî için kâinatı nisyân-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip,” Ondan başka şahit olunan yoktur” demeye mecbur olmuyor.

Meşhur iki mesleğin meşreplerinin hak ve hakikate vasıl olmakta kullandıkları usulü burada kısaca beyan ederek..Dört adım ve daha sağlam dediği Kısa yolun en hulasa içeriğini ifade ediyor..

Belki idâmdan ve hapisten gayet zâhir olarak, Kur'ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudâtı kendileri hesâbına hizmetten azlederek, Fâtır-ı Zülcelâl hesâbına istihdam edip, Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimâl ederek, mânâ-i harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzûr-u dâimîye girmektir; her şeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır.

Evet denildiği gibi her şeyden Allah’a CC giden bir yol vardır…Mana-i harfi denilen hakikat Asa-ı Musa gibi her yerden marifet nurları keşfeden ab-ı hayat bir nazardır…

Elhâsıl, mevcudâtı mevcudât hesâbına hizmetten azlederek, mânâ-i ismiyle bakmamaktır.

Demiş…

Yedinci sözün sonundaki dua ile;



Allah'ım, kalplerimizi İmân ve Kur'ân nuruyla nurlandır. 
Allah'ım, bizi Sana muhtaç olduğumuzun şuuruyla zenginleştir; Senden müstağnî durma fakirliğine düşürme. Kendi güç ve kuvvetimizden teberrî ediyor, Senin havl ve kuvvetine sığınıyoruz. Bizi Sana tevekkül edenlerden kıl. Bizi nefsimizin eline bırakma. Bizi, koruyuculuğunla muhâfaza eyle. Bize ve erkek, kadın bütün müminlere merhamet et. Kulun, peygamberin, seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, masnuâtının melîki ve sultanı, inâyetinin gözbebeği, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisânı, rahmetinin timsâli, mahlûkatının nuru, mevcudâtının şerefi, mahlûkatının çokluğu içinde birliğinin kandili, kâinat tılsımının keşşâfı, rubûbiyet saltanatının dellâlı, hoşnut olduğun şeylerin tebliğ edicisi, gizli isimlerinin tanıtıcısı, kullarının muallimi, âyetlerinin tercümânı, rubûbiyet güzelliğinin aynası, şuhud ve işhâdının medârı, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin habîbin ve resûlün olan Efendimiz Muhammed'e, onun bütün âl ve ashâbına, kardeşleri olan diğer peygamber ve resûllere, melâike-i mukarrebîne ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle.
âmin. 

El Fatiha…….