26.11.12

Sâni ile haşri itikad etmezse...........


"Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise: Bir şahıs, kudret-i Ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birden bire, düşmanlar gibi, hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeye başlarlar. Bir medet, bir yardım için müsterhimâne tabiata ve anâsıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdat etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hâcetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder. Bakar ki, vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba, hiçbir cihetten hiçbir tesellî çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdı, Sâni ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?"


Bediüzzaman Said Nursi

Âl-i Abâ hakkında hikmetlerden bir hikmet..

Bismillahirrahmanirrahim




Kardeşim, Âl-i Abâ hakkındaki cevapsız kalan sualinizin çok hikmetlerinden yalnız birtek hikmeti söylenecek. Şöyle ki:



Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını, Hazret-i Ali ve Hazret-i Fatıma ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle,



لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا (“Tâ ki, ey Peygamber ailesi, Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapsın.” Ahzâb Sûresi, 33:33) âyetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmeyeceğiz. Yalnız, vazife-i risalete taallûk eden bir hikmeti şudur ki:



Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle, otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş.



Hazret-i Ali’yi ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyin’i tâziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı tebrik etmek ve musalâha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faydasını ilân etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i beyt ünvan-ı âlisine lâyık olacaklarını ilân etmek için, o dört şahsa, kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.



Evet, çendan Hazret-i Ali halife-i bilhak idi. Fakat dökülen kanlar çok ehemmiyetli olduğundan, ümmet nazarında tebriesi ve beraati vazife-i risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o suretle onu tebrie ediyor. Onu tenkit ve tahtie ve tadlil eden Haricîleri ve Emevîlerin mütecaviz taraftarlarını sükûta davet ediyor. Evet, Haricîler ve Emevîlerin müfrit taraftarları Hazret-i Ali hakkındaki tefritleri ve tadlilleri ve Hazret-i Hüseyin’in gayet fecî, ciğer-sûz hadisesiyle Şîaların ifratları ve bid’aları ve Şeyheynden teberrîleri, ehl-i İslâma çok zararlı düşmüştür.



İşte bu abâ ve dua ile, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali (r.a.) ve Hazret-i Hüseyin’i mes’uliyetten ve ittihamdan ve ümmetini onlar hakkında sû-i zandan kurtardığı gibi, Hazret-i Hasan’ı, yaptığı musalâha ile ümmete ettiği iyiliğini vazife-i risalet noktasında tebrik ediyor ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin nesl-i mübareki, âlem-i İslâmda Ehl-i Beyt ünvanını alarak âli bir şeref kazanacaklarını ve Hazret-i Fatıma وَاِنِّى اُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ (“Onun ve neslinin, kovulmuş şeytanın şerrinden korunması için Sana sığındım.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:36.) diyen Hazret-i Meryem’in validesi gibi zürriyetçe çok müşerref olacağını ilân ediyor.



اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ اْلاَبْرَارِ وَعَلٰى اَصْحَابِهِ الْمُجَاهِدِينَ الْمُكْرَمِينَ اْلاَخْيَارِ اٰمِينَ (Lem'alar, On Dördüncü Lem'a)



Bediüzzaman Said Nursî



SÖZLÜK:

abâ : yünlü kumaştan yapılmış hırka

Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun

Âl-i Abâ/Hamse-i Âl-i Abâ : Hz. Peygamber’in (a.s.m.) aile fertleri. Resulullah (a.s.m.) hırkasını kızı Hz. Fâtıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in üzerine örterek özel dua ettiği için bu isimle anılmıştır.

âyet : Kur’ân’ın her bir cümlesi

azîm : büyük, yüce

bahşetmek : sunmak

beraat : temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması

çendan : gerçi

ehemmiyetli : önemli

esrar : sırlar, gizli gerçekler

fitne : toplum düzeninin ve asayişinin bozulması

gayb-âşinâ : gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan

halife-i bilhak : gerçek ve doğru halife

hikmet : sebep, gaye, fayda

ilân etmek : duyurmak

istikbal-bîn : geleceği gören

musalâha : barışma

mübarek : değerli, bereketli

mühim : önemli

mümtaz : seçkin, üstün

müşahede etmek : gözlemlemek

müşerref : şerefli, değerli

nazar : bakış, görüş

nazar-ı nübüvvet : Peygamberlik bakışı

Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)

rivayet etmek : bir sözü nakletmek

Sahabe : Hz. Peygamberi (a.s.m.) hayattayken gören Müslümanlar

sır : gizli gerçek

sual : soru

suret : biçim, şekil

şahsiyet : kişilik

taallûk etmek : ilgili, alâkalı olmak

Tâbiîn : Hz. Peygamberi görenleri, yani Sahabeleri gören ve onlardan ders alan Müslümanlar

tâhir : temiz

tarik : hadis veya haberin geliş yolu

tathir etmek : temizlemek

tâziye etmek : teselli etmek

tebrie etmek : beraat etmek, kusur ve noksanlıktan uzak tutmak

teselli etmek : acısını dindirmek

ümmet : Hz. Peygambere (a.s.m.) inanıp onun yolundan giden mü’minler

ünvan-ı âli : yüksek ünvan

vazife-i risalet : peygamberlik vazifesi

zürriyet : soy, nesil

17.11.12

(Sözler, İkinci Söz)

Bismillahirrahmanirrahim




بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ



İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:



Bir vakit iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin talihsiz bir tarafa, diğeri hüdâbin bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler.



Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır.



Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hakendiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor: her tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neş’e içinde zikirhaneler... Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemiyle müteellim olmasına bedel, şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruruyla mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allah’a şükreder.



Sonra döner, öteki adama rast gelir. Halini anlar. Ona der:



“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”



Sonra o bedbahtın aklı başına gelir, nedamet eder. “Evet, ben işretten divane olmuştum. Allah senden razı olsun ki cehennemî bir haletten beni kurtardın” der.



Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam, kâfirdir. Veya fâsık, gafildir. Şu dünya, onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir. Bütün zîhayat, firak ve zevâl sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş’et edip onu mânen tâzip eder.



Diğer adam ise, mü’mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler ta yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye ise, ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir.



Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamattır. Bütün mevcudat, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok lâtif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecellî eder, tezahür eder.



Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.



Demek selâmet ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise biz daima “Elhamdü lillâhi alâ dini’l-İslâm ve kemâli’l-îman” demeliyiz.


Bediüzzaman Said Nursî