21.4.11

Kadere iman ve tevekkül

Bazı kimseler tevekkülü tembellik zannederler. Bilhassa batılı kaynaklar, İslam’da tevekkülü kasten böyle göstermekte ısrar etmektedirler. Bu sebepten, kadere iman ve tevekkülü ayrı bir başlık olarak ele almak ve açıklamak faydalı olacaktır.

Tevekkülün manası, Cenab-ı Hakk’ı vekil edinmektir. Kişinin sebeplere yapıştıktan sonra, neticenin yaratılmasını Allah’tan beklemesi ve hakiki tesiri Allah’tan bilmesi tevekkülün esasıdır.

Mesela bir çiftçinin tevekkülü, tarlayı kazdıktan, ekinleri suladıktan ve yapılması gereken diğer işleri yaptıktan sonra meyveyi ve ekini Allah’tan istemesi ve çıkan meyveyi Cenab-ı Hakk’ın malı ve kendisine bir ihsanı olduğunu bilmesidir.

Ya da bir savaşta tevekkül, düşmana karşı en tesirli silahlarla donandıktan ve harp kaidelerine harfiyen uyduktan sonra, zaferi Allah’tan beklemek ve O’na güvenmektir.

Ya da bir öğrencinin tevekkülü, derslerine iyice çalıştıktan sonra, imtihanda kendisini başarılı kılması için Allah’a dayanmasıdır.

Yoksa tarlayı ekmeden, savaşa hazırlanmadan ve derse çalışmadan yapılan tevekkül, İslam’ın emrettiği ve güzel bulduğu tevekkül olmamakla birlikte bu tembellik ve atalettir.

Demek tevekkül, dünyaya ve ahirete ait işlerde, sünnet-i ilahiye denilen kanunlara hakkıyla uymak ve neticeyi Allah’tan beklemektir.

Bediüzzaman Hazretleri de tevekkülü şöyle ifade etmektedir: “Tevekkül, sebepleri bütün bütün reddetmek değildir. Belki sebepleri, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek, sebeplere teşebbüs ise bir nevi fiilî dua kabul ederek, neticeyi yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.”

Biz de tevekkülle ilgili açıklamaları bu tarifin ışığı altında yapacağız. İlk önce “sebep” ve “netice” tabirleri üzerinde kısaca duralım.

Sebep, vasıta ve şart manasına gelmektedir. Cenab-ı Hak, dünyaya ve ahirete ait her neticeyi bir takım şartlara ve sebeplere bağlamıştır. Bu şartların her birine “sebep” denilir. Sebeplere takılan eşyaya ise “netice” denmektedir.

Mesela ibadetler sebeptir; cennet ise neticedir. Koyun sebeptir; süt neticedir. Arı sebeptir; bal neticedir. Veya Güneş, toprak, su birer sebeptir; ağaç ise neticedir. Ya da başka bir açıdan bakıldığında ağaç sebep; meyve ise neticedir.

Sebepleri de, neticeleri de yaratan Allah’tır.

Sebeplerin neticenin yaratılmasında tesirleri olmamakla birlikte, sebepler, Allah’ın kanunları olup bunlara riayet etmeyenler neticelerden mahrum kalırlar.

İşte tevekkül: “Sebeplere riayet ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek, O’na itimat etmek ve O’ndan gelecek her şeyi, arzusuna uysun ve uymasın, rıza ve memnuniyetle karşılamak” demektir.

Nitekim Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde:

“Azmettiğin zaman Allah’a tevekkül et, muhakkak ki Allah tevekkül edenleri sever.”(Al-i İmran:159) buyurmaktadır.

Bu ayetin işaretiyle, ilk önce azmetmemiz ve daha sonra tevekkül etmemiz emredilmektedir. Yoksa çalışmayıp oturarak tevekkül etmemiz emredilmemektedir.

İnsanların bir işi azmetmeleri, itimadı gerektirir. Allah’a güvenmeyen kimse ise ya kendisine ya da sebeplere itimat edecektir. Oysa hem kendisi hem de sebepler son derece âcizdir. Kendisinin ve sebeplerin gayet âciz olması cihetiyle, insan ancak ve ancak, bütün sebepleri yaratan ve o sebeplerin eliyle kendine lütuf ve ihsanda bulunan Allah’a dayanmakla kalben huzur bulabilmektedir.

Cenab-ı Hak, insanı maddesi ve manasıyla bu âlemden süzmüş ve onu kâinat ağacına bir meyve hükmünde yaratmıştır. Bu yaratılış sebebiyle, insanın kâinatla her bakımdan alakası vardır. Hangi işi yapmak istese, önce nefsiyle o işe teşebbüs edecek, daha sonra da bu âlemde kendisine yardımcı olacak sebeplere riayet edecektir. Nefsî teşebbüsle harici sebeplerin bir araya gelmesi, neticeyi Allah’tan istemek için fiilî bir duadır. Neticeyi yaratacak olan ancak O’dur. İşte tevekkül bu noktada başlar.

Buğday elde etmek isteyen çiftçi, tarla ile el ele verir; onu sürer, eker ve sular. Böylece nefsî teşebbüsle birlikte sebeplere de riayet ettikten sonra Allah’a tevekkül eder ve kalp rahatlığıyla buğdayı Allah’tan bekler. Bu misalden anlaşıldığı üzere sadece, insanın teşebbüsü neticenin yaratılmasına kâfi gelmediği gibi, insan teşebbüs etmeksizin tarla, su, tohum gibi sebepler de neticeyi meydana getirememektedirler. Bu, Cenab-ı Hakk’ın bir kanunudur. Ondan buğday isteminin yolu, ferdin o işe teşebbüsü ve sebeplere uymasıdır.

Şimdi İslam’ın tevekkül esasına karşı gelenlere şunu soralım:

Misaldeki adamın, elinden gelen her şeyi yaptıktan ve her şartı yerine getirdikten sonra tevekkül etmeyip evinde bir kış süresince merak ve endişe ile rahatsız olması mı daha iyidir?

Yoksa “Beni benden daha iyi bilen, bana benden daha şefkatli olan Rabb-i Rahim’imden ne gelirse hoştur. Ana rahminde, o karanlık menzilde, beni şefkatle besleyen, dünyaya geldiğimde ise baba ocağını ve anne kucağını benim imdadıma gönderen, dağları madenleriyle, bağları meyveleriyle, denizleri balıklarıyla bana hizmetkâr eden, O Halik-i Rahim, benim için ne takdir ederse onda hayır vardır. Benim kuvvetim ve kudretim gibi, fikrimde kısadır. Hangi azaları almamın hakkımda hayırlı olacağını ana rahminde bilemediğim gibi, hangi neticenin öteki âlemde lehimde olacağını da bu âlemde bilemiyorum. O hâlde O’na tevekkül ve itimat ediyorum^.” deyip neticeyi sabır ve rıza ile beklemesi mi daha hayırlıdır?

Veya bir hastanın, doktorun verdiği ilaçları kullandıktan sonra Allah’a tevekkül ederek, sabır içinde şifa talep etmesi mi, yoksa tevekkül etmeyerek neticeyi aşırı bir merakla beklemesi ve manen perişan bir vaziyete düşmesi mi daha iyidir?

Kur’an-ı Kerim’in her emri ve nehyi gibi, tevekküle teşviki de insanlara dünya ve ahiret saadeti bahşetmektedir.

Bir mümin kendi iktidarı dâhilinde olan bütün imkânları kullandıktan ve bütün şartları yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’tan bekler. Eğer netice kendi arzusu istikametinde olursa Cenab-ı Hakk’a şükreder. Aksi istikamette tecelli ederse “Rabbim bana, benden daha şefkatlidir, benim iradem gibi şefkatim de cüz’idir. O hâlde O nihayetsiz rahmet sahibine tevekkül ediyorum. O’ndan gelen her şey güzeldir. O’nun verdiği dert de derman olur.” diyerek hem huzurunu muhafaza eder, hem de ahireti için mühim bir hayır kazanmış olur.

Bu hakikate arif olan mümin şöyle der: “Ya rabbi, benim irade ve arzu ettiğimi bana ihsan buyurursan sana hamd ve şükrederim. Eğer arzu ettiğimin aksini tecelli ettirirsen, senin irade buyurduğunu memnuniyetle kabul eder ve onu benim arzumdan bin kat daha fazla rızayla ve neşeyle karşılarım.”